Amak-ı Hayal Bölümler;
1.Bölüm 2.Bölüm 3.Bölüm 4.Bölüm 5.Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm 8. Bölüm 9. Bölüm 10. Bölüm 11. Bölüm 12. Bölüm 13. Bölüm 14. Bölüm 15.Bölüm
MANİSA TIMARHÂNESİ
akıl oyunları
1- ŞİZOFREN
Aynalı Baba’yı bulmak umuduyla onuncu gün erkenden mezarlığa gittim. Kulübe’nin olduğu yere geldim. Aynalı Baba olmadığı gibi kulübenin yerinde de yeller esiyordu. Toprakta, otlarda ve çevredeki bitkilerde daha önce orada bir kulübe olduğuna ve bir insan yaşadığına dair hiç bir iz yoktu..
Çevrenin bu kadar izsiz olması imkânsızdı. Kulübenin kaldırıldığı yerde kuru toprak olması lazımdı. Derme çatma kazıkların söküldüğü yerde çukurlar olmalıydı. Kahve demlediğimiz çalı çırpı ve kömür ateşinin mutlaka külleri olmalıydı.
Yoktu. Hiçbir şey yoktu. Orası yüz yıldan beri hiç yaşanmamış kadar tabii görünüyordu. Tam kulübenin yerinde uzun yemyeşil otlar vardı. Bir günde çıkamayacak kadar normal otlar.
Dokuz gün rüya mı görmüştüm?
Hayır. Her yönüyle gerçek, dokuz ayrı boyuta yolculuk yaptığım gerçek günler yaşamıştım.
Dün gördüğüm medrese mollası zât bana doğru geldi ve selam verdi. Şaşkın şaşkın çevreyi incelememden bir şeyler aradığımı fark etmişti. Merakla sordu:
“Hayırdır muhterem! Ne arıyorsun?”
“Hiç!”
“Hiç aranmaz. Hiç zaten yoktur. Haydi, söyle bana ne kaybettin? Ya da ne bulmak istiyorsun?”
“Aynalı Baba’yı ve kulübesini arıyordum.”
Molla tatlı tatlı güldü ve alaylı bir tavırla konuştu:
“Sen akıllı birisine benziyorsun ama sen de mi efsane peşindesin? Aynalı deli buradan gideli neredeyse yüz yıl olmuş. Herkes onun evliya olduğuna inanmış. Arada sırada burada görünür yalanı uydurulmuş. Ama o evliyadan değil, cinlerin zır zır delisinden olsa gerektir. Evliya olsa mezarlıkta saz mı çalar? Kaval mı üfler. Hele hele kâfir çalgısı piyano mu çalar? Ne evliyası be! O cinlere karışmış bir deli!”
Daha fazla şey konuşmadan eve döndüm. Yüzümün tuhaf ifadesi annemi kuşkulandırdı. Israrla ne olduğunu sordu.
Aynalı’ya ilk buluşmamızda verdiğim sözü unutarak her şeyi olduğu gibi anlattım. Hâlbuki hiç kimseye Aynalı’dan bahsetmemem gerekiyordu. Annem çığlık çığlığa komşulara koştu. Hem kapı kapı dolanıyor hem de bağırıyordu;
“Yetişin komşular! Benim oğlana mezarlıkta cinler karıştı. Kafayı üşüttü. Aynalı deliyi gördüğünü zannediyor. Olmayanı görüyor. İmdât!..”
Aynı gün tüm mahalle geçmiş olsuna geldiler. Yine aynı günün akşamı iki zâbit, bir deli hekimi ve iki deli hademesi gelerek beni zavallı gözü yaşlı annemden teslim aldılar.
Yolda ellerinden kaçtım. Yıllarca Anadolu ve Rumeli yakasında Aynalı’yı aradım. Ne gören vardı nede duyan vardı. Nihayet bir gün yakalandım ve tekrar zabitlere teslim edildim.
Ne dediysem, ne kadar sırlardan bahsettiysem, insanın aslının ve hakikatinin hak olduğundan dem vurduysam da hep deliliğime bağlayarak teşhisimi iyice ağırlaştırdılar. Akıllanmaz ve iflah olmaz akıl hastalığı (şizofren) sınıfına sokup en kısa zamanda Manisa Tımarhanesine kapattılar. Soğan gözlü cinlerin boyutunu ve oradaki halimi hatırladım. Onlarla hiç konuşmayarak anlaşabilmiştim ama kendi cinsim olan beşer sınıfıyla anlaşamamıştım.
2- MEKTUPLAR
Aklımı kaçırdığımı tüm eski dostlarım da duymuştu. Birisi beni zavallı yerine koyarak hazîn bir mektup göndermiş. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle yazmış.
Azizim Râci!
Ayyaşlık devresinden sonra hastalık devresine gireceğini tahmin ediyordum. Ama ince hastalık (verem ve siroz) beklerken her zamanki gibi bizi şaşırtarak akıl hastası oldun. Evliya gördüğünü, gâipten sırlar elde edip Hakk’a vasıl olduğunu iddia etmişsin. Kafanın içinde sonsuz âlemler barındırdığını ve her âleme gidip yıllarca dolaşıp aynı saniyeler içinde geri döndüğünü saçmalıyormuşsun.
Azizim Râci, sen nasıl bir filozof ve aydın batılı bilim adamısın? Hani İslam’ın üstünlüğünü batıya kanıtlayacaktın? Kanıtların dokuz tane cin âlemi hikâyesi mi?
Uykudan, rüyadan, keşiften, kerametten şeriatta kanıt olmaz diyen sen değil miydin?
Eski zarif üstadım Râci olduğun günler hatırına bana cevap ver.
Allah; yakalanmış olduğun “avanaklaşma” (şizofren) hastalığına sağlık ve sıhhat bağışlasın.
Dostun Sâmi.
Arkadaşıma anladığı dilden bir cevap gönderdim:
Sevgili Sâmi!
Mektubunu okudum. Hatırın için hayalimin derinliklerindeki aydınlıktan, sizin karanlık çukur dünyanıza beş dakikalığına çıkıp şu mektubu yazdım.
Âlemin tımarhane, insanların da deli olduğunu söyleyen sen değil miydin? Şimdi benim deliliğime niçin hükmediyorsun? Senin gibi düşünmediğim için mi aklımı yitirdim? Ya da herkes gibi deli olmadığım, tüm delilerin içinde tek akıllı olduğum için mi hepiniz bana deli diyorsunuz? Ne dediğiniz umurumda değil.
Ben âlemlerin bir hayal perdesi olduğunu anladım. Gerçek ise hayal perdesinin işaretiyle anlaşılabilir. Her gerçek daha üstün bir gerçeğe göre yine hayal hükmündedir. Bu sonsuza kadar böyle sürer gider.
Basit dünya aklı ve fen bilimleri adi vak’aları formüllerle anlatır. Ben bu bilimleri hak ya da batıl olarak tartışarak boşa vakit harcamam. Benim amacım doğum ve ölüm arası yaşamda dünyaya niye geldiğimizi, ne olacağımızı anlamak ve bizi göndereni tanımaktır.
Benim amacıma, senin hayvanların yeme içme ve iyiyi seçme içgüdüsüyle aynı olan aklı meaşın (dünyasal akıl) cevap veremez. Fen bilimlerinin de “ruh” diye bir bâbı (bilim dalı) yoktur.
Ben aradığım soruların cevabını içine düştüğüm hayal aleminde, a’mak-ı hayalde buldum.
Senin göremediğin yıldız kümelerini, uzayın sonsuz derinliğini ben ışıksız ve gözsüz görüyorum. Maddenin en küçüğünün milyarlarca daha küçüklerini elsiz tutup, onlarla dilsiz konuşuyorum. Ben öyle bir öz oldum ki; uzak ve yakın, görünen ve görünmeyen, madde ve ruh aynı oldu. Madde âleminin aslı benim emrimin tecellisi, mânâ alemi ise benim irademin yansımasıdır. Ama ben yine de aç olan ruhumu doyuramadım. Hâlâ ilme ve irfana açım.
İlmin ve irfanın efendisi HER ŞEYİN OLDUĞU GİBİ olduğunu ilan etti. Hayatı olduğu gibi kabul edip, sonsuza kadar mükemmelleşmeye gayret etmek yapacağımız tek iş.
Yaşamda, “Ben evrenle bütünleşip ‘nirvana’ oldum” ya da ‘Benim varlığım yok oldu, Allah bâki kaldı (fena fillah)’ ve benzeri şeylerle her hangi bir şey olmak yok. Sadece bilmek var. Bilmenin de sonu yok. Bundan dolayı ben sonsuz bir halde aç kalmaya mahkûmum. En büyük çile bitmeyen ilim ve irfan açlığıdır. Gerisi bedensel eziyet ve terbiyedir.
En büyük çilem benim en büyük ruhsal zevkimdir. Bu delilikse ve mekânı tımarhâne ise, bedensel zevklerin yeri de sizin mekânınızsa, herkese hak ettiği yer hayırlı olsun dostum.
Mezarlıkta gördüğüm Aynalı’ya kimisi cin, kimisi cinlere karışmış deli, kimisi de hayalet dedi. Herkes doğru söyledi. Çünkü her insan ne görüyorsa ya da ne göremiyorsa ona göre hüküm verir.
Aynalı, sizin basit algılama organlarınızın algılayamayacağı kadar gerçektir. Ve siz hükmünüzde mazursunuz, kapasiteniz kadarını beyan edersiniz.
Benim kapasitemi dile getirmemin adı “avanaklaşma” ise “sadece benim gördüğüm ve benim bildiğim doğrudur” diyenlerin de hastalığına ben ad bulamıyorum. Yerine bir tımarhâne anısı yazıyorum.
Geçen gün bizi toplu olarak tebdili mekân maksadıyla mezarlığa götürdüler. Mezarlıkta serbest gezinen bir deli gördüm. Elindeki teraziyle oynuyordu. Ne yaptığını sordum. Şu cevabı verdi:
“Ahmaklıkla mârifeti tartıyorum.”
“Bundan maksadın nedir?”
“Mevcut malımı anlamak!..”
“Ne kadar malın var?”
“Ahmaklığım o kadar ağır ki, sanırım bu zamanın Kârun’u benim.”
Beni unutman ve meşgul etmemen dileğiyle, hoşça kal.
3- AŞK YA DA BEĞENİ
Hastane yönetimi benim zararsız deli olduğuma karar verdiği için haftada bir gün çarşı izni vermeye başlamışlardı.
Deli olmadığımı kimseye anlatamadığımdan dolayı zorunlu olarak perişan bir görünüşe dönüşmüştüm. Saçım sakalım birbirine karışmış, kıyafetlerim eskimiş ve solmuştu. Kunduralarımı da hademeler gasp etmişti. Ayaklarıma çaput sararak dolaşıyordum.
İzin günümü “Ayn-ı Âli Sultan” şehir mezarlığında geçiriyordum. Eski halimi bilen sade vatandaşlar, son halimi evliyalığa bağlamışlardı. Makamımı gizlemek için perişan giyinip, anlaşılmaz laflar söylediğime ve benim bu özelliklerimden dolayı da Melâmi evliyası (kendini çeşitli yollarla gizleyen ârif) olduğuma inanıyorlardı.
Halkı bu düşüncelerinden dolayı eleştiremezdim. Ben de Aynalı’yı saz ve piyano çaldığı için sahte evliya zannetmiştim. Müslümanların şartlanmalarında evliya tipi sadece fakir ve düşkün görünümdü.
Yollarda önüme geçip dua, şefaat, nasip isteyenler olduğu gibi alay edenler, sövenler de oluyordu. Hiçbir şeye tepki vermiyordum. Tepki versem de vermesem de deliliğime ve ya evliyalığıma bağlanıyordu. En iyisi susmaktı. Tepkisizlikte tefekkür daha güzel oluyordu.
Sevene de kızana da yine suçlamada bulunamıyordum. Halkın görmediğini görmek ve gerçek olduğunu iddia etmek, hem delilik hem de velilîk alâmeti olarak kabul görüyordu. Ben de Aynalı’yı görmesem ve birisi gördüğünü iddia etseydi mutlaka akıl hastalığına hükmederdim.
Bu düşünceler içinde mezarlığa geldim ve ebegümeçleri arasındaki bir mezar taşına dayandım. Eski dostum Sâmi beni Melâmice yaşamdan kurtarmak ümidiyle ve muhtemelen annemin ısrarıyla mezarlıkta bekliyordu. Aynı anda başka bir kadın da her hafta geldiğimi bildiği için yolumu gözetiyordu.
İkisine de heykel gibi bakarak “Niçin geldiniz?” diye sordum. Sâmi perişan görüntüme dayanamayıp ağlamaya başladı.
Kadıncağız da gözyaşı seliyle diz çökerek derdini anlatmaya başladı;
“Ah şeyhim!
Meczûb efendim!
Evliya beyciğim!
Zavallı kızım Nefise on beş yaşında çıldırdı. Lütfullah Bey’in oğluna gizli sevda beslemiş. Oğlan attan düşüp ölünce kızım dayanamayıp aklını kaçırdı. Neyim var neyim yok hepsini satıp türbelere, mahalle şeyhlerine adaklar sundum, hediyeler verdim. Hiç fayda olmadı. Kızımı tımarhaneye koydular. Son çare seni tavsiye ettiler. Senin duanı Allah geri çevirmezmiş dediler. Ne olur bana yardım et!”
Kadının göz yaşı seline Sâmi dayanamayıp teselli etmeye çalıştı. Ama kadının gözü evliya zannettiği benim üzerimdeydi. Bense taş gibi hiç oralı olmadım. Gözümü boşluğa dikip ‘aşk’ ve ‘çılgınlık’ hakkında tefekküre başladım.
Sâmi başıma dikelip;
“Şu zavallı kadıncağızın kızına dua etsene be taş kalpli duyarsız, akli dengesi kayık evliya!” diyerek beni alayla karışık azarladı.
Kadın, Sâmiye “Aman çelebim, saygılı konuş, sonra benim yüzümden çarpılırsın” dedi.
Yaslandığım yerden ayağa kalkarak Sâmi’ye seslendim:
“Ben mi deliyim yoksa sen mi delisin behey divâne! Milyonlarca yıldan beri biri âşık olur, biri ölür, biri çıldırır, biri de ağlar. Bu kadar adi ve basit bir hayat kanunu karşısında sen dengeni aniden kaybedip üzerime saldırdın. Bense bu kadının dilinden bana ulaşan evrensel mesajlar üzerinde yoğunlaştım.
Aşk nedir? Aşkta neden ikilik görülür de teklik görülmez diye düşündüm. Seven ve sevilen tek varlığın iki kutbudur. Bunu anlayan gerçek aşkı bulur, anlamayan ise keçinin otu beğenmesi gibi birbirlerini beğenirler ve adına da aşk derler. Bana ne Nefise’nin bir oğlanı beğenisinden. Size ne Nefise’nin hakikatindeki sırları bilmekten! Nefise ve aşkı benim için ikilik değil teklik mesajıdır ama sizin dünyanızda ille de ikili beğenidir!
Anlattıklarımdan bir şey anlamıyorsunuz, biliyorum. Çünkü alık alık yüzüme bakıyorsunuz. Kusuruma bakmayın ben çılgınım ve ne dediğimi bilmiyorum(?).
Çıldırmak nedir?
Çıldıran kimdir ve niçin çıldırmaktadır?
Size okkalı bir cevap vereyim mi?
Yine anlamazsınız ama ben anlatayım.
Seven varlık sevgisini vereceği ikinci bir varlık bulamaz ve sevilen olarak kendisini başka bir isim ve resimle peydâ eder. Bir an sonra kendini böyle kandıramayacağını ve aşkın asla gerçek olmadığını fark eder. Ve sonsuz yalnızlığın sonsuz karanlığına gömülür. Sen yalnızlıktan de ben de teklikten diyeyim, ikisi de aynıdır ve çıldırma nedenidir.
Ağlamak nedir?
Ağlayan kimdir ve niçin ağlar?
Kadın ağlar da demir ağlamaz mı?
Evet kadın ağlar, demir ağlamaz. Kadın nedir? Demir nedir?
Ağlayan nedir, ağlamayan nedir?
Bu suallerin cevabı yok. Niçini ve nedeni de yok.
Her şey niçinsiz ve nedensiz. Çünkü tek olan niçinsiz ve nedensiz.
(Sâminin kolunu acıyla büktüm)
Ben sen değilim. Eğer ben sen olsaydım kolunu bükemezdim ve sen acı duymazdın. Bu senin gerçeğindir.
Benim gerçeğimde ise büken el ve bükülen kol tek varlığın kendisini arada sırada kontrolüdür. Kendini ebedi hayalden uyandırmak için nâfile çimdiklemeleridir.
Size göre aşk bir beğeni zevkidir. Bu tür zevk en aşağı bedensel boyutun duygusudur. Bize göre aşk, âşıksız (sevensiz) ve mâşuksuz (sevilensiz) hakikattir ki ruhsal zevkin zirve duygusudur.
Ey Sâmi! Bu kadına acıyorsun da ezelin ve ebedin yalnızlığından çıldırmak üzere olan şu zavallı Râci’ye neden acımıyorsun? Onun kızı çıldırmış benim ise tüm kâinatım çıldırmak üzere.
Beni neden meşgul ediyorsunuz? Beni yine niçinli ve nedenli süfli aleme indirdiniz. Tam tüm tezatları cem etmek üzereydim ki beni yine kesrete sürüklediniz.”
Hitabımdan bir şey anlamayan Sâmi ve kadın mezarlıktan uzaklaştılar. Ben de tımarhaneye döndüm.
4- BEN AYNALI’YIM, AYNALI DA RÂCİ
Bir gün tımarhane avlusunda güneşleniyordum. Deliler birisinin etrafında halka olmuşlar “Aynalı! Aynalı!” diyerek dönüyorlardı. Neredeyse kalbim duracaktı. Yıllarca karış karış aradığım Aynalı Baba delilerin arasından bana tebessüm ederek bakıyordu.
Bu sefer temkinli davrandım. İşi gücü deli dövmek olan Gulyabani lakaplı hademeye sordum:
“Şu deli halkasının ortasında birisini görüyor musun?”
Gulyabani merakla baktı;
“Hayır görmüyorum! Bu dayak delileri yine oyun oynuyor. Sen görüyor musun?” diye aniden bana sordu. Görüyorum desem kesinlikle dayak yiyecektim. Hayır diyerek Gulyabaninin gitmesini bekledim.
Aynalı Baba da delilerin arasından sıyrılıp yanıma geldi. Hiç tepki vermedim. Aynalı bozulmuş gibi sordu;
“Hoş geldin demek yok mu nûrum?”
“Hayaletlere hoş geldin denmez.”
“Ben hayalet değilim.”
“Var da değilsin.”
“Hayal perdesinde yokum ama zamansız bir bilincin gerçek âleminde varım.”
“Yüz yıl önce kaybolduğunu söylediler.”
“Evet, yüz yıl önce beş duyu dünyasına görünmeme kararı aldım, buna ölüm diyebilirsin.”
“Bana neden görünüyorsun?”
“Ben sana görünmüyorum. Sen beni görüyorsun.”
“Beynim hayal mi üretiyor?”
“Hayır senin beynin sağlıklı. Bilincin benim hayatta iken ulaştığım ilim irfan boyutuna ulaşınca kendini ‘Aynalı Baba’ olarak gördün. Gören de görünen de sensin. Çokluk mantığından teklik mantığına döndüğün için kendini başka isim ve resimle görüp sevebiliyorsun.”
“Aynalı ben isem Râci kim?”
“Tek ve yalnız olan Aynalı’nın Râci isminde ve resminde bir tecellisidir.”
“Ben senim, sen de bensin. Bu iki öznenin toplamı bir mi ediyor.”
“Evet, vahdet matematiğinde her sayının toplamı, çarpımı, bölümü bir’e çıkar. Fakat herkes bu hesabı yapamaz. İkiye iki, üçe üç, beşe beş derler.”
“Bu ne tür bir oyun?”
“Külli aklın, kendi kendisiyle ‘akıl oyunları’dır.”
“Akıl içinde akıl. Her akıl bir alt akla göre deli kabul edildiği bir oyun, öyle mi?”
“Evet nûrum öyle. Hadi git hastane ocağından iki kahve al gel.”
“Olmaz, dayak yerim.”
“Sen al gel. Sen delisin iki fincana bir fincan desen ve ocakçıya üç fincan parası versen, ocakçı seni Gulyabani’ye karşı korur. Ama iki fincana bir fincan desen ve bir fincan parası versen dayağı yersin!”
Tımarhane duvarından içeri atılan bozuk paraları toplayıp sakladığım yerden aldım. Aynalı’nın dediği yaptım. Ocakçı Gulyabani’ye fısıldadı. Gulyabani bana ilişmedi ama kendi kendime konuştuğumu ve iki fincanı da benim kullandığımı kendi mantığına göre algılayarak uzaktan beni göz hapsine aldı.
Aynalı Baba ile kahvemizi yudumlarken kendi kendime sordum:
“Ben gerçekten şizofren miyim?”
* * *
Yorumlayan ve özetleyen:
Kemal Gökdoğan
www.yorumsuzblog.net.tc