Amak-ı Hayal 12.Bölüm

Amak-ı Hayal Bölümler;

1.Bölüm    2.Bölüm   3.Bölüm   4.Bölüm    5.Bölüm    6. Bölüm    7. Bölüm     8. Bölüm    9. Bölüm    10. Bölüm   11. Bölüm    12. Bölüm    13. Bölüm    14. Bölüm     15.Bölüm 

DOĞA YASALARI
biz birbirimizi biliriz

İnsanın yegane bilgisi, bir şey bilmediğini itiraf ve tasdik etmektir.

1. ÇİFTE HAFIZLAR

Tımarhane avlusunun (bahçesinin) çevresi demir parmaklıklarla çevriliydi. İnsanlar hayvanat bahçesinde hayvanları seyreder gibi parmaklıklar arkasından biz delileri seyrederek eğlenirlerdi. Çoğu hastanın yakını ve bakıcısı olmadığı için masraflarını çıkarmak için seyircilerin önünde çeşitli tuhaflıklar yaparlardı. İnsanlar da gülerler ve daha çok numaraya teşvik etmek için parmaklıklar üzerinden içeriye bozuk para, tütün, yiyecek, içecek gibi şeyler atarlardı..

Gerçek bir hafız ve arkasında sürekli dolaşan bir Kıptî arabacı vardı. Hafız duvar önünde diz çökerek Davudî sesiyle makamlı Kur’an okurdu. Arabacı da hemen arkasından hafızın okuduğu yerleri daha güzel bir tegannî (melodik ses) ile okurdu. Kelimeleri yanlış seslerle okumasına rağmen dinleyenlerin çoğu fark edemezdi. Çünkü halkın yüzde doksan dokuzu arapçayı ve yüzde doksanı da Kur’an okumayı bilmiyordu. Arabacı içeri atılan şeylerin çoğunu topluyordu. Hafız, Arabacının hafız olmadığını, her kelimeyi yanlış okuduğunu söylerdi fakat kimse aradaki farkı anlayamazdı. Bu iki arkadaşa “Çifte Hafızlar” deniyordu.

Müslümanların ekseriyeti, kâinat kitabını “okuyan” Hz. Resulullah a.s.’ın hatırası ardında dolaşan ve âyetlerin anlamını bilmeden tekrar eden “Çifte Hafızlar” gibiydi. Bilmediğin bir lisanın kelimelerini doğru da telaffuz etsen yanlış da söylesen anlamlarına ermedikten sonra “okumuş” sayılmazsın.

Arabacıya niçin böyle yaptığını sordum. Gayet akıllı cevap verdi:

“Ben kıptîyim. İnsanlar hakaret kastıyla bize çingene derler. Atlı araba ile helal rızık çıkarmak istedim fakat kimse iş ve para vermedi. Dilencilik ve hırsızlık yapmamak için Hâfızın peşine takıldım ve buralara kadar düştük.”

“Nasıl akıl ettin de taklidi hafızlığa başladın?”

“Allah bizi çalgıya, çengiye, şarkıya, türküye mütemâyil yaratmıştır. Fıtraten yetenekliyizdir. Aramızda kalsın Aynalı Baba’ya saz çalmayı ben öğrettim. O da karşılık olarak bana kendi hakikatimi okumayı, tevhid ve kader sırlarını öğretti. Böylece çingenelik mühürünün ruhuma kazıdığı kezzaplı aşağılık duygusundan kurtuldum. Allah’ın Çingene Arabacı olarak da zâhir olabileceğini hazmettim. Fakat bunu ne Kıptiler ne de kendilerini üstün ırk zanneden milletlerin fertleri anlar.”

İçimde yanmaya başlayan aşk ateşinin tesiriyle;

“Yâ Rabbî! Seni her kılık ve kıyafet altında, her isim ve resim tecellisinde her an gördüğüm halde SENİ tanıyamadan geçirdiğim ömrümün tümüne toptan tövbe ediyorum” diye bağırdım.

Gulyabani bağırışımı deliliğime vererek pala bıyıklarının altından gülümsedi.

2. MAKAM DÜŞKÜNÜ BİR DELİ
(Cırtlak Efe)

Askerliğini Jandarma eri olarak yapmış bir Efe vardı. O da tımarhanede vakit geçiren akıllılardandı. Yedi yıl dağlarda haydut ve eşkıya kovalamış. Dağ köylerinde bir dervişten asıl eşkıya ve haydudun ilim ve irfan nuruyla aydınlanmamış emmare nefs olduğu bilgisini almış. O dervişin sohbetleriyle olgunlaşmış ve pişmiş. Benim gibi ağzını tutamadığı için tımarhaneye kapatılmış.

Bedenin ülke, aklın padişah, bilincin vezir ve emmâre nefsin de cehalet dağlarında gezen, yakalanıp terbiye ve tımar edilmesi gereken bir âsi olduğunu anlatması askerlikte delirmesine bağlanmış.

Cırtlak Efe de kimsesizlerden olduğu için seyircilere eşkıya hikâyeleri anlatarak rızkını çıkarıyordu.

Bir gün yanıma gelerek “Ârife târif abesle iştigaldir” (Zâhiri görüntünün Bâtınî anlamını bilene, kelimelerin işâret ettiği mânâları anlatmak vakit kaybıdır) diyerek selam verdi. Bir fincan kahve ısmarladım ve bir hikâye dinledim.

(Önce italik yazıyı baştan sona okumanızı sonra dönerek açıklama ile birlikte tekrar okumanızı öneririz)

“Bu memlekette bin kadar eşkıya çetesi var.

Beden ve bilinç boyutunda hakikati örten perdeler var.

Şefleri Kara Efe, yardımcıları Ak Efe, Mor Efe, Yeşil Efe ve Kızıl Efe.

En kalın kara perde tevhid ilminden bihaber olmaktır. İlim öğrendikçe peredeler incelir, renkler açılır.

Hepsi adamlarıyla dağa çıktı.

Nefs, tevhid ilminden dağa kaçan eşkıya gibi kaçar

Ben bütün Türk ülkesinin Ordu Baş Kumandanı olduğumdan Başvekilden bu haydutları tutup

ıslah etmek için emir aldım.

Bedenimin ve ruhumun vicdanı nefs karanlıklarımı aydınlatmayı istiyor.

Omuzlarımdan bin tane kol çıkardım.

Aklımı bir tabağa koyarak bin parçaya böldüm.

Her bir parçayı her kol çavuşunun heybesine koydum.

Her perdeyi kaldıracak bir mârifet ilmi vardır. Levhi mahfuz olan aklımızda külli bilgi mevcuttur. Her perde için külli bilgiden bir kıvılcım çıkarmak gerekir.

Çavuşlar akılları ermedikleri vakit benim aklımı heybelerinden çıkarırlar, ne yapacaklarını danışırlar.

Her an başka bir tefekkür haline düşerim. Her an bir perde kaldırırım.

İşte bu sayede ne Kara Efe kaldı ne Mor Efe, hepsini yakaladım.

İlmin ve irfanın aydınlığı ile cehaletin karanlıklarını dağıtıp nefs şubelerimi asıllarına döndürdüm.

Bu muvaffakiyetimi Ulu Padişaha rapor etmişler.

Ruhum mutmain oldu.

Bana kırk cariye, kırk deve yükü altın ve beş yüz deve yükü nişan (madalya) ihsân etti.

Eşkıya hükmündeki nefs şubelerim cariye misali emrime girdi. Bu aydınlanma dünyadaki en büyük kârdır. Âlemlerdeki her isim ve sıfat tek Zâta ait nişanlardır, tecellilerdir.

Önceki nişanlarımla sonraki nişanlarımın toplamı kırk bin deve yükü oldu.

Her an yeni bir tecelli halindeyim. Önceki ve sonraki tecellilerim birbirine benzemediği gibi her an sayısız ve sonsuz olarak artmaktadır.

Hepsini kırk bin âlem katarına yükledim.

Âlemler benim tecelli gâhımdır.

Her nişanı bir vagon duvarına asıp üzerine

‘ İş bu nişanlar Ordular Başkumandanı Cırtlak Efe’ye aittir’

diye yazdırıp her gittiğim yere taşıyacağım.

Her katarın (varlık silsilesinin) her ferdinde benim cemalim ve celalim görünür.

Nişanlar âşikâr eylenmezse ne işe yarar?”

Hakk’ın güzellikleri Kâmil İnsan bilinciyle algılanmazsa ne anlamı kalır?

Cırtlak Efe’nin seyircileri güldüren zır deli saçmalarının ardında anlayan için nice sırlar mevcuttu.

3. DELİLİĞİ AKILLILIĞA TERCİH EDEN BİRİSİ
(Dr. Kuru Sıkı)

Üzüm bağlarına sahip bir zengin servetinin tamamını kaybetmiş. Aklı bu yüzden bozulmuş. Elinde kalan birkaç dönüm üzüm bahçesinden daha iyi verim elde etmek için kendince bir ilaç formülü geliştirmiş.

Ziraat mühendislerinin terkiplerini beğenmeyip, asma kütüklerinin bit ve kurt hastalığına kökten çözüm geliştirmiş.

Cıva, asit, barut, şap, kibrit eczası ve birkaç daha zehirli sıvıyı karıştırıp macun yapmış. Elindeki son asma kütüklerine bol miktarda dökmüş. Sonuç, her derde devacı sahte Doktor Kuru Sıkı’nın ilaçlarının sonucu gibi olmuş. Asma kütüklerindeki bit ve kurtlar yok olduğu gibi toprağıyla birlikte üzüm bağı da beş yıl kullanılamaz hale gelmiş.

Eski zenginin nâmı Dr.Kuru Sıkı olarak kalmış.

Dr. Kuru Sıkı çok az konuşan birisi olduğu için akıllı mı deli mi anlayamadım. Nadiren özlü sözler konuşurdu.

Mesela “Teferruata gerek yok, kökten çözüm; varlığı yok etmektir.” Der ve susardı.

Cümlenin anlamı, mutlak yokluk olan ‘fakr hâli’ ile mutabık (uygun) görünüyor. Fakat Dr. Kuru Sıkı’nın fakr hali ile ilgisi delilik derecesindeki meczubiyetiyle birleşince, ilacı gibi zehirleyici dozda bir velî tipi ortaya çıkıyordu. İnsanlara akıllarının alamayacağı üslupla hitap ediyor ve bilgisinden istifade olunamıyordu.

Bu tip velîler haramın ve helalin sınırlarını belirleyen şeriat hükümlerini aklı cüz ile birleştiremezdi.

Aklı cüze göre başkasının malını çalmak, toplumun örfî ve devletin resmî onayı (nikah) olmadan evlilik hayatı (birliktelik-zinâ) yaşamak, insan öldürmek gibi büyük yasaklar vardır.

Varlığın hakikatini sadece soyut olarak tefekküre yarayan aklı kül mantığını, aklı cüzün haramlarına uygulayan meczup (akıl ile alakası olmayan) kişiler; hırsızlık, zinâ ve cinayet gibi haramları ‘hakkın fiili’ zannedip helal kabul edebilirler. Bu mantıkla hareket eden meczup kişiye ‘velî’ de denilemez. Ancak velayetle ilgili bazı nefsi mülheme bilgilerini sızdıran aklî dengesi bozulmuş bir tip denilebilir. Bunlardan her hal ve şartta uzak durmakta yarar vardır. Hükümleri şeriata terstir, yaşantılarında örnek olamazlar ve irşad edici (yol gösterici) kabul edilmezler.

Mesela bir gün bir delinin dişi ağrımıştı. Dr. Kuru Sıkı hademelerden kerpeden, çekiç, keski istedi. Ne yapacağını sordular. Diş ağrısını kökten çözmek için hastanın çene kemiğini çekeceğini söyledi.

Ben de namaz kılmayı bazen unuttuğumu söyleyip bir nasihat istedim.Kulaklarımın hakikatin sesi olan ezana karşı tıkalı olduğunu ve kulakları iki taraftan birleşinceye kadar matkapla delmek gerektiğini söyledi. Hemen koşarak hademelerden matkap bulmaya gitti.

Allah’a nefsimizi nasıl kurban edeceğimizi sordum; çocuğun senin en değerli nefsindir, çocuğunu kes dedi. Bu cevabı ile Kur’an’daki ve İsrâiliyattaki (Yahudi Hikayeleri) mecazi anlatımları gerçekten ayırt edemeyecek derecede zahirden ve bâtından kopuk olduğunu anladım.

Bazen de çok esrarlı cevaplar veriyordu. Bana Allah’ı anlat dedim; benden mi dinlemek istersin yoksa kendisinden mi dinlemek istersin dedi, sustu ve konuşmadı.

4. RÜYA, RÜYA İÇİNDE

Manisa Tımarhanesinde gerçek delilerin arasında birkaç akıllı (?) vardı. Cırtlak Efe, Arabacı Kıpti, Doktor Kurusıkı ve ben akıllı delilerden idim. Bizi de tımarhane dışındakiler tanıyamamış, deli (?) zannetmişlerdi.

Biz dört akıllı (?) aynı koğuşta kalıyorduk. Güneş doğmadan önce kalkmış yataklarımızda oturuyorduk. Sabah çorbasına kadar kapı kilitli kalıyordu. Gözlerim isteğim dışında duvara döndü. Duvardan Aynalı’nın süzülerek odaya geçiş yaptığını gördüm.

Hiçbir şey olağan üstü gelmiyordu ve doğa yasalarıyla mucizeler arasında da bir fark görmüyordum. Çünkü bu âlem ezelden ebede ‘her şey olabilir’ mayası ile mayalanmıştı. Sürekli görüp de kanıksadığımız olaylara ‘doğa yasaları’ diyorduk. Arada sırada oluşan ya da sadece bir kez bir Resul veya velî vesilesiyle görülen olaylara da ‘doğaüstü’ diyorduk. Doğaüstü bir olay mesela Hz. Musa dönemindeki ‘denizin yarılması’ her beş bin yılda tekrar etse mucize olmaktan çıkar doğal bir hadise haline gelirdi.

Bir kez gerçekleşen olaylar mucizedir. Aslında her insan da bir kez zahir olmak itibarıyla mucizedir.

Aynalı Baba bu arada odanın ortasına kadar yürüyüp durdu. Selam verdi. Herkes selama karşılık verince, diğerlerinin de onu gördüğünü anladım. Aynalı tatlı sesiyle;

“Haydi! Erenler toparlanın, sabah kahvesini benim şatoda içelim” dedi.

Günlük kıyafetlerimizde pijama ve elbise ayrımı olmadığı için hepimiz de zaten hazır haldeydik. Buradan nasıl çıkacağız diye sormadım. Dünya hayatı tümüyle bir rüyaydı. Uyuduğumuzu zannettiğimiz sürecin rüyasında duvardan geçiyorduk. Şu anda da uyanıklık rüya sürecini yaşıyorduk. Uyumak ve uyanık olmak dünya rüyasının iki haliydi. Hepimizde aynı bilinçte olduğumuz için yoğun bir sis perdesinden geçiyormuşçasına duvardan geçip gittik.

Hastane bahçe duvarından da aynı şekilde geçtik. Akıllı (?) insanlar biz delileri (?) görmüyordu. Biz bize boyutundaydık. Geçen yıl tanzim edilen yeni at pazarına gelince Aynalı durakladı. İnsanlar şiddetli pazarlıklarla at alıp satıyorlardı. Bizler başka boyutta olduğumuz için görünmüyorduk fakat atlar gördüğü için ürküyorlar, şaha kalkıyorlardı.

Aynalı parmağıyla parke taşlarının arasındaki bir karınca yuvasını gösterdi. Oraya dikkatle bakmamızı istedi. Biz dört deli (?) yuvaya bakmaya başladık. Taşların üzerinde beş yüz kadar mini karınca toplanmış, kaynaşıyordu. Biraz sonra bir at tam yuvanın üzerine geldi. Yeni doğmakta olan güneşe gölge oldu. Aynalı‘nın işaretiyle yürüyüşe devam ederek at pazarından çıktık.

Mezarlığın ortasında Aynalı’nın önceki kulübesinin aynısı duruyordu. Beşimiz yeşil otların üzerine oturduk. Bu sefer Aynalı Baba kahvemizi yeni temin ettiği bir ispirto ocağında demledi. Büyük fincanlarla ikram etti.

Sabah ziyaretine gelenler vardı. Bir kaçı bizim oturduğumuz yere doğru yöneldiler. Birisi benim içimden geçti gitti. Ben de merak saikasıyla onun üzerine yürüdüm. Ben de onun içinden geçtim. O benim farkımda değildi. Ben ona göre ruh idim, o da bana göre ruh idi. Fakat ikimizde kendi boyutumuzda kendimizi madde olarak algılıyorduk.

Yaşlı birisi ortamıza oturdu. Bizi ve kulübeyi görmüyordu fakat arkadaşına şöyle seslendi. Belli ki kalbi daha saf ve hisleri daha kuvvetliydi:

“Burada ruhlar hissediyorum. Canım da taze çekilmiş kahve çekti.”

Ziyaretçiler uzaklaştılar. Yıllardan beri özlediğim kahve âleminin keyfiyle kendimden geçmişim.

5. KARINCALARIN İMANI VE İRFANI

Zifiri karanlık bir mağarada beş yüz kadar karınca yavrusu vardı çevremde. Kendime baktım ben de karıncaydım. Işık olmamasına rağmen çevremi çok net görüyordum. Hemen yanımda yatanlar da yine karınca tecellisine dönüşmüş olan tımarhane arkadaşlarımdı.

Birbirimize antenlerimizle mesaj göndererek haberleşiyorduk. Hepimiz birkaç günlük yavruyduk ve hızlı eğitimden geçiriliyorduk. Öğreticilerimiz yaşlı karıncalardı. Bir şeyi bir kez söylüyorlar ve hepimiz de aynı anda anlıyorduk.

Bir hafta içinde yuva dışına çıkacak kadar büyümüş ve her şeyi öğrenmiştik. Öğrenmek kavramı bana biraz ters geliyordu. Sanki anlatılanlar beynimin içine kendiliğinden yerleşiyordu. Davranışlarımı düşünmeden yapıyordum. Her seferinde doğru olan karar ve fiil otomatik olarak açığa çıkıyordu. Sevki tabii (içgüdü) denilen şey bu olmalıydı.

İç duygularımda kin, nefret, hırs, kibir, gurur gibi şeyler yoktu. Tembellik yapamaz durumdaydım, tüm zerrelerim enerjiyle kaynıyor, sürekli hareket etmek istiyordum. Suç işlemiyordum. Çünkü sevki tabiimde suç işleme programı yoktu. Bu durumda insanlardan ve meleklerden üstün olmamız gerekiyordu. Hâlbuki insanlar âlemindeki tasnife göre en alt sıradaydık, çünkü hayvandık.

İnsana en üste çıkma şansını; isyan, hata, tembellik, gurur, kibir ve benzeri davranışlara müsait olması fakat bunları terk ederek disiplin altına alması mı veriyordu? Bu davranışların hiç birisini terk etmediğimi ve disiplin altına almadığımı hatırladım. Demek ki benim insanî tecellimin sadece görünüşü insan imiş, bilinç olarak şu anki hayvanî tecellimden daha da aşağıda imişim.

Antenlerimize yeni bir titreşim geldi. Yuvamızın en yaşlı ve en âlimlerinden oluşan heyet bizi dışarıda bir konferansa davet ediyordu. Bölükler halinde tüm yavru karıncalar dış dünyada toplandık. Yuva dışına çıktığım anda insanlık ve hayvanlık şeklinde olan çift bilinç duygumu kaybederek tamamen karınca oldum.

Dış dünyada çok tuhaf şekiller vardı. Taşlar köşeli idi ve yan yana sıralanmıştı. Bir tanesini on bin karınca kıpırdatamazdı. Sonra bu köşeli taşlar muntazam olarak toprağa gömülmüştü. Yuvamızın çıkışı bu mucizevî taşların arasındaydı.

En yaşlı âlim, ârif ve filozof karınca yüksek bir yere çıkarak konferansa başladı.

“Sevgili gençler. Hepinizi bir arada görmek bana çok büyük şeref verdi. Biz yaşlandık, yakında da ölürüz. Fakat içimiz huzurlu ve rahat. Bu gün burada sahip olduğum evrensel sırların tamamını sizlere aktarmayı düşünüyorum. Sizin hepinizin benim sahip olduğum ilme ve irfana lâyıkıyla vâris olacağınızdan eminim.

Milyarlarca yıldan beri atalarımızın bize devrettiği ilme göre; anteni sonsuz uzunlukta olan tek ve yüce tanrımız tüm evreni biz antenli karıncaların hizmeti için yarattı. Dünyada karıncalardan başka varlıklar olduğunu da biliyoruz. Fakat onları göremiyoruz. Belki de onlar bizi görüyordur. Ve bize özenerek bakıyorlardır. Çünkü en güzel sûret karınca görünüşüdür.

Mâneviyatı açık karıncaların keşfî bilgilerine göre diğer varlıkların; acaip, garip, yetersiz vücutları ve yeteneksiz beyin yapıları olduğundan eminiz.

Meselâ şu köşeli taşları buraya başı bulutlara değen akılsız devlerin döşediğine inanıyoruz. Bu taşların doğaya ve karıncaya hiçbir yararı yok. Devler akılsız oldukları için içgüdüleriyle taşları yontup döşüyorlar. Kendilerine de yararı olmayan bu işi yapma nedenleri yüce antenli tanrının onları öyle programlamış olmasıdır. Anlamsız amel işleyecek mahlûk olarak yaratılmadığımız için ne kadar şükretsek azdır.

Bir yıldan beri yüce antenli yaratıcımız doğaüstü olaylarla bize vahiy gönderiyor. Kendisini unutmamamız, verdiği nimetlerin değerini bilmemiz için mucizeler gönderiyor.

Bir yıl önce devler yuvamızın çevresine köşeli taşlar döşedi. Düşünün bu bizim yapamayacağımız muazzam bir iştir. Bin karınca bin yıl çalışsa bir taşı ancak döşer. Düşünün ve itiraf edin! Bu devleri mutlaka yaratıcı sonsuz antenli bir tanrı sevk ve idare ediyor, onlara bu işleri yaptırıyor. Taşlara bakın, taşlardaki dizayn ve mühendisliğe bakın, ne kadar mucizevidir. Bu sanatı akılsız olan ve sadece içgüdüleriyle yaşayan insan denen devler yapabilir mi? Demek ki bu taşlar bizim işimize yaramasa da yüce antenli yaratıcımız bu taşlarda insan denilen mahluk elinden tecelli ettirdiği harika san’atıyla bize kendi varlığını ihtar ediyor.

Şu üzerimizdeki dört sütunlu buluta bakın! Milyarlarca yıldan beri bulutlar hep havada gezerdi. Bu mucize bulutun yerden başlayıp da gökyüzüne uzanan dört tane hareketli sütunu var. Tam yuvamızın üstüne gelerek bizi güneşten koruyor.

Bu mucizevi bulut arada sırada sıcak yağmur yağdırıyor. Öğretim görevlilerimiz, profesörlerimiz ve yüzlerce yüksek lisans öğrencilerimiz mucize bulutlar ve sıcak yağmurlar hakkında tezler hazırlıyorlar. Henüz bu işlemin mucize mi doğa yasası mı olduğunu çözebilmiş değiliz.

Yüce antenli tanrımızın, ve yüce rabbimizin hikmetinden sual olunmaz ama bizim karınca kullar olarak üzerimize düşen bilim farzını da icra etmemiz gerekiyor. Şimşeksiz, bulutsuz ve gök gürültüsüz atmosferde birden ortaya çıkan bu sıcak yağmur bulutlarının gaybî sırlarını da çözmek zorundayız.”

Dördümüzün başı döndü. Antenlerimizle mesajlaştık. Karınca bilincimizin yanında insanî bilincimiz de tekrar devreye girmişti. Ben söz isteyerek yüksek yere çıktım. Yaşlı âlim karınca gururla öğrencisini dinlemeye başladı.

“Sayın üstadlarım ve değerli arkadaşlarım. Ben âcizane kardeşiniz, haddim olmayarak üstadlarımın ve değerli bilim karıncalarının tezlerine karşılık olarak bir anti tez sunmak istiyorum.

İlk olarak yüce antenli tanrımızın biz karıncalara benzeyen antenlerinin olmadığını ve karınca gibi bir bilinci olmadığını iddia ediyorum.

(Üç karınca hariç diğerleri yoğun bir titreşim koparır)

Lütfen antitezime saygılı olun. Belki de burada gerçeği ama sadece gerçeği bilen dört karınca vardır. Hepiniz yanılıyor olabilirsiniz. Beni anlarsanız hakikat ehli olursunuz.

Yüce yaratıcı ne karıncaya ne de dev varlıklara benzer. O sadece kendisine benzer. Hatta o tek olduğu ve sonsuz olduğu için benzeyecek ve ya benzemeyecek varlıklardan münezzeh olmak zorundadır.

Bir yıldan beri başımıza musallat olan olaylar mucize değildir. Tanrının vahyi, ikazı ve işareti de değildir. Sizin karınca gözüyle algılayamadığınız ancak bulutumsu yoğunlukta görebildiğiniz şey dört bacaklı bir hayvandır. Elli milyar karınca toplam ağırlığına eşit bir hayvandır.

Başınıza yağan da sıcak yağmur değil at, beygir ve merkep isimli dev hayvanların idrarlarıdır.”

Âlimler, profesörler ve karıncalar şok olmuşlardı. Hepsi birden beni linç etmek için üzerime hücum ettiler. Hepimiz tek top karınca kümesi olmuş kaynaşıyorduk. Birden tepemizdeki at idrarını salıverdi. Bizim dörtlü ile birlikte tamamımıza yakını idrar içinde boğularak ölmüştük.

Ortalık kuruyunca bizi yuvaya taşıdılar. Ölü olduğum halde çevremi algılıyordum. Birisi beni yavaş yavaş sallıyordu. Gözlerimi açtığımda beni sallayanın Aynalı Baba olduğunu gördüm.

Aynalı Baba tebessüm ederek

“İnsanoğlunun da

ilmi, irfanı, imanı ve gaybi sırlara vâkıfiyeti

ancak âlim karınca kadardır”

dedi.

Bizi tımarhaneye doğru uğurlarken elindeki sazıyla da bir türkü tutturmuştu.

Güneş yanar, âlem döner,

Bir gün gelir, hepsi söner.

Ey sâhib-i ilm-ü hüner,

Bilir misin, sebebi kim?

Ne gelen var, ne giden var,

Ne solan var, ne biten var,

Ne gülü var, ne diken var,

Bilir misin, sebebi kim?

Her zerre ferd yoktur eşi.

Aceb bunlar kimin işi?

Ey kendini bilmez kişi,

Bilir misin, sebebi kim?

Haktır desen mânası ne?

Sebep midir? Bir kelime:

Soruyorum sana yine,

Bilir misin, sebebi kim?

(Bilgi notu: Üç kısa ve bir uzun bölüm birleştirilerek yorumlanmıştır.)

Yorumlayan ve özetleyen:

Kemal Gökdoğan

www.yorumsuzblog.net.tc

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: