Amak-ı Hayal Bölümler;
1.Bölüm 2.Bölüm 3.Bölüm 4.Bölüm 5.Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm 8. Bölüm 9. Bölüm 10. Bölüm 11. Bölüm 12. Bölüm 13. Bölüm 14. Bölüm 15.Bölüm
LEYLÂ’sız MECNÛN
peçesiz güzel
Bu gün canım İstanbul Boğazı’nda sandal gezintisi yapmak istedi. Üsküdar’da gözüme boş bir sandal kestirdim. Sahibi yüzünü peştamalla kapatmış uyukluyordu. Biraz ağır adımla bastırarak bindim.
“Kaptan-ı Deryâ, asıl küreklere” dedim. Yüzündeki peştamalı kaldırdı. Tahmin ettiğiniz gibi bana gülerek bakan Aynalı Baba idi..
“Nereye nûrum” dedi.
“Elbette Bânû’nun olduğu boyuta” dedim.
Kıyıdan biraz açıldık. İspirto ocağında kahvemizi demledik. Sandalın periyodik yalpaları ve kahvenin rahatlatıcı tadıyla kendimden geçmişim.
Bu günkü hayalim dün kesildiği yerden başlamıştı. Ben bayıldıktan sonra Bânû da derinden ah çekerek bayılmıştı.
Önceki bölümde açıkladığımız gibi Bânû Mülhime Nefs’i sembolize ediyordu. Mülhime nefs emmâre nefse muhtaçtır. Çünki faaliyet için gereksinim duyduğu yaşam enerjisini emmareden alır. Bunun için tasavvufta emmare nefsi öldürmek, yok etmek yoktur. Sıfatlarını ve işletim sistemini düzenleyerek üst nefs boyutlarının emrine vermek vardır. Bunun kaynağı yine Resulullah’dır. Şöyle ki:
Üç sahabe bazı kararlar alarak Resulullah a.s.’a gelirler. Birisi Hristiyan ruhban keşişler gibi tamamen cinselliğini öldürüp ibadet etmek istediğini söyler. Diğeri dağ başına çekilip mağarada ibadet edeceğini söyler. Üçüncüsü de ömrü boyunca oruç tutacağını bildirir.
Resulullah a.s. üçünün de yolunun yanlış olduğunu ve kendisinin Allah’ı en çok bilen ve O’ndan herkesten daha çok haşyet duyan olduğu halde; aile hayatı yaşadığını, toplum içinde doğal hayat sürdüğünü ve bazen oruç tutup bazen tutmadığını belirtir.
Bu üç husus İslâm Sûfizmini
Hristiyan mistisizminden ve Hint felsefesinden (Budizm, Hinduizm vs.) ayırır.
Bireyi
“Toplum içinde inzivaya,
zahirini halk ile aynı yaşamaya,
bâtınını Hak ile daimi birliğe
ve
her nefs boyutunun ölçülü olarak hakkını vermeye”
yöneltir.
Bânû’nun bayılması emmareyi temsil eden şehzade ile aynı anda olmuştur.
Emmarenin değişen sıfatları
Kur’an ve Sünnet ölçüsünde olursa
emmare nefsin
ismi
melekî mülhime nefs adını alır.
Eğer emmare nefsin değişen sıfatları
kendini tanrısal güçleri olan
bir evliya olarak gösteri amacına dönerse
ismi
şeytânî mülhime nefs adını alır.
Emmâre nefs (şehzade) baygınlık konumundan hangi değişimle ayılırsa Bânû (mülhime) da o konuma paralel olarak ayılacaktır.
Kendime geldim. Eğer Bânû’nun suallerine doğru cevabı bulamaz ve ona kavuşamazsam yaşayamam ve intihar ederdim. Doğru cevabı bulmak için yanımdaki âlim kişilerle hemen yola çıktım.
Cevaplar “delilik ülkesi”ndeydi .
Delilik ülkesi neredeydi? Her yerdeydi. Biz de delilik ülkelerinde doğru cevabı verebilecek olanları araştırmaya başladık.
Üç aylık arayıştan sonra izbe bir mezarlıkta bir grup deliyi oturuyor bulduk. İçeri girerken çıkardığımız seslerden birisi rahatsız olarak;
“Hey ne oluyor? Ezan mı okunuyor?” dedi.
Belli ki bu deli her ses ve olayı Allah’ın Ekber’iyeti olarak algılıyordu. Diğer deli ise şöyle dedi:
“Bizim bilincimize cehaletin mantığı ve ayak gürültüleri giremez. Çünkü bizim memleketimizde hiçbir değer yargısı, içgüdülere hizmet eden akıl türü ve kanıtlara dayalı iman arayan ilimler yoktur.”
Bir diğer deli de;
“Birisi Kâfirûn Sûresi mi okuyor? Bilinci bedensellikle örtülü olanlar mı geldi? Örtülülerin mantığı ile bizim mantığımız uyuşmaz. Herkes kendi yoluna!” Dedi.
Birisi;
“Bülbül ötüyor!”
Birisi;
“Hayır, çorba tenceresi kaynıyor!”
Birisi;
“Ne buyurdunuz? Kahve cezvesi mi taşmış?”
Birisi;
“Dalga sesi olmalı!”
Sonuncusu;
“Helvacı bağırıyor galiba biraz alsak!”
diyerek hepsi sessizliğe gömüldü. Bize mantıksız ve kopuk kopuk gelen bu cümlelerle gayet güzel anlaşarak bizim amacımızı birbirlerine aktardılar.
Tam kırk gün delilerin bu tür anlam iletişimini dinledik. Elbette ki hiçbir şey anlamadık. Sonunda birisi bize bakarak;
“Size nasıl bir mal satalım?” dedi.
“Sizden ilim almaya geldik” dedim.
“Âh cümle hâlette yine kendini zevk ederek,
Küllü hizbin remzini hâtemine çekmiş ferhûn”
Âh bütün hallerde yine kendini zevk ederek böbürlenenler,
‘Her grup kendi yanlarında olanla böbürlenicidirler’
(Mü’minûn: 53) âyeti
ile işaret edilen durumu kendilerine mühür yapmışlar.
Diye karşılık verdi.
Elini öpmek istedik şöyle dedi:
“Hacer-i Esved’i var öp, eğer öpmekse muradın,
Hiç’i pûs etmek için hâlet-i bisân gerek.
Can derâguş olunur mu mütenâhi sözlerle,
Leb değil öpmek için ah-ı cân gerek!..”
Eğer öpmekse muradın Hacer-i Esved (taşını) öp.
Kendi varlığını hiç’e eşlemiş kimsenin elini öpmek için hiç olmak gerek.
Sonlu anlamlarla sonsuz can kavranabilir mi?
Öpmek için dudak değil ta candan gelen bir ah gerek.
“Ey ârif kişi. . .”
der demez sözümü keserek;
“Ve körün unvanını ârif koyarak,
Görenin ismine divâne denildi,
Nice efsâneleri saydırmış ilim,
İlm-ü irfânına efsâne denildi.”
dedi.
Bunlardan bir şey öğrenemeyeceğimi zannetmeye başladığımda iki deli kendi aralarında konuşmaya başladılar.
“Ey hayrete dalmış! Okudun yazdın ne anladın?”
“Elif-bâ’nın mânâsını anladım!”
“Mânâsı ne demekmiş?”
“Birin iki, ikinin bir olmasıdır.”
“Nasıl?”
“Allah bir’dir, Elif’dir.
Kendini bir’leyecek ikinci varlık
yani ikinci harf B’nin asla var olamayacağını bilir.
Elif vardır Bir,
B yoktur İki.
“Bunun ismi nedir?”
“Kelime-i tevhid yani; Lâ ilahe illallah, diyerek Allah’ın bir olduğunu söylemektir.”
“Bir’in bir olduğu nasıl söylenir. Bir zaten bir değil mi? Bir ikiye mi bölünmüş de birliyorsun, tevhid ediyorsun?”
“Bir’e ben bir dersem; bir ve ben iki eder. Ama ‘Ben’ diyen Bir’in kendisi ise ikilik olmaz.”
“Yani Allah sana söyletiyorsa ya da dilinde söyleyen O ise mi ikilik olmaz?”
“Aynı akıllılar gibi konuşmaya başladın. Kendine gel! Deliler gibi düşün. Allah’dan başka ben mi var? Allah başka birisinin dilinin içine mi girip konuşturacak? Ya da uzaktan talimat mı gönderecek. Sen bu mantıkla akıllılar ülkesinde padişah olursun.”
“Tamam kızma. Sadece senin akıllanıp akıllanmadığını anlamak için sordum. Hâlâ delisin, iyi…
Allah’ın kendisini tasdikine kabul deniyor. Allah’ın başka varlık olmadığını ilanına da inkâr yani ‘lâ’ deniyor. Peki, bu nasıl bir iş ve oluştur?”
“Bunun üç püf noktası vardır.
Bir:
Yaratma sanatı.
Yaratma sanatının püf noktası;
içinde ve dışında başka bir varlık yaratmayıp,
varlığı ilminde vehmetmektir.
İki:
Bilinme sırrı.
Bilinmenin püf noktası;
Allah’ı bilecek
ya da
bilmeyecek
ikinci varlığın olmamasıdır.
Üç:
Vahdet oyunu.
Vahdet oyununun püf noktası;
kendisini tevhid etmek için
başkası olup,
sadece Allah ismini birlemesidir.
“Bu ne zaman olmuştur?”
“Zaman aklın ve gözün yanılgısıdır.
Zaman yoktur.
Tek bir an vardır.
Tek bir an sonsuz esmâ âlemidir.”
“Elif-Bâ nedir?”
“Varlığın hakikatini anlatmak için
kullanılan bir semboldür.
Elif Allah’a işâret eder.
Elif; ahadiyete, tekliğe işaret eder.
Yani Allah’ın vahdet halini anlatan harftir.
B harfi
Allah’ın
biribirine hiç benzemeyen
isimler ve resimler altında
zahir olmasını ifade eder.
Buna kesret sırrı da denilebilir.”
“Elif mi asıldır, be mi asıldır?”
“Elif ve be iki değil ki;
biri asıl
diğeri sahte olsun!”
“Varlığın aslı nedir?”
“Varlık ayrı,
asıl ayrı değildir.”
“Elif mi noktadan çıkmıştır? Nokta mı eliften çıkmıştır?”
“Nokta;
isimsizlik, sıfatsızlık, fiilsizlik halidir.
Nokta;
şekilsiz ve anlamsızdır.
Nokta;
Elif olup dile gelir.
Elif noktadan çıkar.”
“Nasıl olur? Göster!”
Deli cebinden bir parça balmumu çıkararak avucunda sıcak nefesle yumuşattı, ovaladı ve yuvarlak hale getirdi.
“İşte nokta!”
diyerek mumu ovalayıp uzattı;
“İşte Elif !”
dedi. Uzun mumu hilal gibi büktü, bir ucundan bir parçacık kopardı ve hilalin altına yapıştırdı;
“İşte Be harfi!”
dedi.
Diğer deli ayağa kalktı;
“Elif’in başka adı var mı?”
diye sordu. Deli;
“Evet var fakat kulağına söylerim”
diyerek fısıldadı. Sonra bana dönerek;
“Ey genç!
Nokta;
elif oldu, elif ‘b’ oldu.
B’yi ısıttım geri çevirdim tekrar nokta oldu.
Aslında var olan hep nokta idi.
Elif de
‘b’ de
yirmi sekiz hece de
noktadan başka değildir.
Şimdi beni iyi dinle!
Nedir bu gösteri ve sihir?
İşte cevabı:
Hak
kendi güzelliğine âşık oldu.
Kendini seyretmek için
Mim
(Mecnun isminin ilk harfi)
ve
lâm
(Leylâ isminin ilk harfi)
oldu.
Kendi aşk ateşinde yanarak eridi ve bütünleşerek nokta oldu.
Kendisini sevecek
ikinci bir varlık olmadığını bildi.
Yine
kendisinin seveceği ikinci bir varlık olamayacağını da bildi.
İşte bu gerçeğe aşk denir.
Aşkda ikilik yoktur.
İkili sevginin adı aşk değil
birbirini beğenidir.
Şimdi;
Leylâsız Mecnûn oldun.
Çünkü Mecnûn Leylâ oldu.
Sonra ikisi de kendi hakikatine döndü
Ve
dönünce dönenlerin iki değil tek olduğunu anladı.
Leylâ ve Mecnûn isimlerini aradan çıkarırsan
benim fısıldadığım ismi de duyarsın!”
Diyerek kendi mantık boyutlarına döndüler. Tekrar bize anlamsız gibi gelen cümlelerle anlaşmaya başladılar.
Üç sorunun cevabını bulmuştum. Aslında bulduğum cevaplar varoluş sırrı idi. İçine düştüğüm boşluğun yalnızlık ve karşı cinse olan sevgi arayışından kaynaklanmadığını anladım. Aradığım Bânu değildi. Bânu’nun da aradığı ben değildim. Biz kendimize olan aşk sırrını arıyorduk. Hak’kın tecellileriydik ve kendi gerçeğimize âşık Mecnûnlar ve Leylâlar idik.
Aşk sırrının verdiği huzur ile gözümü açtım. Karşımda Aynalı Baba küreklere asılarak gülüyordu. Neşeyle;
“Peçe kalktı,
güzel göründü.
Beğeni söndü,
aşk şâha kalktı.”
Diyerek ardından bir beyit okudu:
Ona Mecnûn mu denilir ki onun Leylâ’sı,
Yeni bir cilve-i şevket ile Mevlâ olmuş.”
Leylâ’sı ilâhi kudretin yeni bir tecellisi ile
perdesiz Hak olan kimseye
Mecnûn denilemez.
Kahve içerken uyuklamış ve birkaç saniye içinde birkaç aylık zaman dilimi yaşamış olarak ayılmıştım. Gerçek ve hayal arasında gidip gelmeler bende şüphecilik duygularımı körüklemişti.
Aynalı Baba’dan anladığım kadarıyla varlık tümüyle Hak’kın hayali idi. ‘Ben’ olarak varsaydığım zâtım da hayal içinde hayal idi. Bir de hayalimin derinliklerinde ‘gördüğüm’ ve ‘olduğum’ şeyler vardı. Onlar ise; hayalin, hayalinin hayali idi.
Bu hayali hangi gerçek üretiyordu?
Hak gerçektir;
âlemler,
ben
ve
bendeki hayal âlemleri
Hak’kın hayalidir desem
korkunç bir paradoksa düşüyordum.
‘Ben’ hayal’im ve hayal olduğumu biliyorum demek;
Hak’kın varlığından başka
geçici ya da kalıcı olarak var olmamı gerektirirdi.
Ben Hak’kım
Ve
her şeyi ben hayal ediyorum desem
Firavun gibi Rablik (tanrılık) iddiasına kalkışmış olurdum.
Bu çelişkiden çıkamayacağımı anladığım anda
Aynalı Baba yine imdadıma yetişerek paradoksu çözdü.
“Ezelî ve ebedî tekliğin verdiği acıyı bilir misin?
Doğmamanın ve doğurmamanın verdiği yalnızlığı bilir misin?
Görünebileceğin başkasının olmaması
Ve
seni görebilecek başkasının olmaması
gerçeğinin verdiği boşluğu bilir misin?
Ey kulum
Ve
Yâ Rabbim
muhabbetinin iki varlık arasında
olamamasının verdiği hüsrânı bilir misin?
Hayalinde dahi
ikiliği (şirki) var etmemek
kudretinden doğan
‘Ahadiyet’
mahkûmiyetini bilir misin?
Nereden bileceksin?
Sadece şu kadar söyleyeyim;
‘her şey olsaydı işte böyle olurdu’.”
Aynalı Baba sözlerini bitirince öyle bir sessizliğe ve hüzne büründü ki sararmış solmuş bir heykel gibi oldu. Sanki evrende ondan başka hiçbir şey yokmuşçasına bir derinliğe gömüldü. Kıyıya gelmiştik. Sandaldan indim. O hâlâ sandalda bir put gibi gizemli görünüyordu.
Benim de gönlüme bir hüzün çökmüştü. Aynalı Baba’yı sanki bir daha göremeyecekmişim gibi duygularla evime döndüm.
Yorumlayan ve özetleyen:
Kemal Gökdoğan
www.yorumsuzblog.net.tc