Amak-ı Hayal 2.Bölüm

Amak-ı Hayal Bölümler;

1.Bölüm    2.Bölüm   3.Bölüm   4.Bölüm    5.Bölüm    6. Bölüm    7. Bölüm     8. Bölüm    9. Bölüm    10. Bölüm   11. Bölüm    12. Bölüm    13. Bölüm    14. Bölüm     15.Bölüm 

6. GİZLİ HAZİNE

“Sultânım! Sen yıkıkta gömülü bir hazinesin. Ben ise hikmete (sırlara, ilmi ledüne, bilgiye) can atan bir âvâreyim. Lütfen beni özel talebeliğinize kabul eder misiniz? Ver elini öpeyim,” dedim. El öpmek, bir kişinin ilminin üstün olduğunu kabul edip ona saygı sunmaktı.

“El öpmek mi?.. Niçin? Tamam, kabul, konuşalım. Fakat sözden ne çıkar? Şimdiye kadar, kim bilir kaç hayvan yükü kitap okudun; ne anladın? Hiç, değil mi? Akıl muhakemeleriyle Hak’kın varlığını kabul etmek mümkündür, fakat bilmek ve anlamak ve olmak asla mümkün değildir. Harfleri bir araya getirmekle hakikat tecelli eder mi?

Onu dinlerken üzerimde garip bir gevşeklik rahatlık hissediyordum. Yedi bin yıllık insanlık medeniyetinin oluşturduğu zahiri-yüzeysel ve günlük ihtiyaçları sağlamaya yönelik maarif (eğitim-öğretim) düzeyini gözümde bir anda sıfırlamıştı. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmek için ihtiyacımızdan fazlasını üretmek mantığı üzerine kurulmuş olan bilimi “uygarlık” olarak kabul etmiyordu.

Bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bana pek fazla bir küçüklük vermişti. Üzerimdeki kravatın gururu külahın karşısında eriyip tevâzua dönüşünce bana bakarak gülümsedi.

“Aklına daha fazla ağırlık yüklemeyelim artık. Biraz da kendimizden geçelim” diyerek birer kahve daha doldurdu, keyifle içtik.

birinci gün

HİÇLİK ZİRVESİ

(nirvana)

Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoş bir şekilde çalmaya başladı. Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi, bana garip bir zevk veriyordu. Aynalı Baba’nın arada okuduğu tasavvufî şiirlerin ve kahvenin etkisiyle beynimdeki tevhid lezzeti her an gittikçe şiddetleniyordu.

Bu güne kadar kafamla çözemediğim, yaşam ve ölüm çıkmazının verdiği taşınılmaz ağırlığın bilincimden kalktığını ve hafiflediğimi hissediyordum.

Aynalı şiir okumaya başladı:

Ey can! Yok olacak olan bu aleme ibretle bak.

Ey can! Var sandığın bu âlemin sanal olduğunu anla.

Gafletten kurtul.

Evren bütündür ben parçasıyım yanılgısından sıyrıl

Meydan boş değildir. . .

Sen anlamsız ve rasgele bir varlık değilsin.

Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler?

 Hak, dün Sultan Süleyman ve İskender olarak tecelli etmişti. Şimdi Hak sen’dir ve sen zamanın Sultan Süleyman’ı ve İskender’isin. Onlar nerede ve sen neredesin? Hak nerede ve sen neredesin ? Hâlâ anlamadın mı? Hz. Süleyman senin bilincinin sembolik adıdır, İskender, bilincindeki ilmin fethidir, açılımıdır. Sen de kendi bilincindeki tek’liğin büyük fethini yap.

Yüz bin senelik ömrü neşe ile geçirsen de hepsi BİR AN’dan ibarettir. . .

Sen sonsuz bir varlık ve ilim (data) hazinesisin. Kendini ne kadar tanısan da yine kendini hiçbir zaman hatmedemezsin. Tüm ilmin ve sonsuz hayatın “yok”lukta bir nokta ve an kadardır.

A gözüm! Cihan bağı ne bülbüle ne de güle kalacaktır. . .”

Hak, her an yeni bir görünümdedir. Sende de her an bin fikir gelir bin fikir geçer. Fakat sende değişmeyen bir şey var. “Enel Hak” bilincinde ise asla yok olma olmaz.

“Aç gözlülük ve hırsa uyup nefsin kahrına uğrama.

Hak sonsuzdur. Hak’kın sonsuzluğunu ancak ben anlarım zannetme. Her zaman senden daha âlim birisi vardır. Mûsa’nın Hızır’a yaptığını yapma. Sonra üstadsız kalırsın.

Adın duyulmasın sonra rahatın kaçar.

Kısır akıl ve dar bilinçlerin anlayamayacağı şeyleri açık etme. Kimisi seni sultan ilan etmeye gelir kimisi de seni asmaya gelir.

Allah’ı bilenlerle arkadaş ol; onlardan uzak kalma.

Sana senin ne olmadığını ve senin ne olduğunu senin anlayacağın lisanla sana açan üstadların ilminden faydalanmaya bak.

Dünya koltuğundaki gücünle mağrur olma.”

Ulaştığın ilim seviyesiyle başın dönmesin. Sonsuzun yanında ilmin ne kadar ki?

“Olgun kimseler, dünya zevkine kapılmadılar.

Bilginin ve ilmin verdiği haz, diğer zevklerin hepsinden farklıdır.

Netice olarak dünyanın bir gölge, boş bir arzu,

Bedensel yönümüz sonsuz yönümüzün bir özetidir. Dünya sonsuz âlemlerin bir özetidir. Kendini sınırlı beden ve sınırlı dünya hapishanesine kapatma, özeti aç.

bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler.

Dünyan yani bedensel yaşamın, özündeki sonsuz kudretin küçük bir biblosu ve gerçeğin şimdilik bir hayalidir.

Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa,

Bedensel yaşam süresi sonsuz yaşam yanında ancak rüya hükmündedir.

cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır.

Tüm dünyasal bilgiler, tevhid ilmi yanında ancak bir virgül kadarcıktır.

Herkes aşk eteğini tutup Allah’a kavuşmaya yaklaştı.”

Her birim ve bilinç yaratılış amacı doğrultusunda kendi varlığına sevdalanır ve özüne doğru kendi sıratında yolculuk eder.

Kahvenin kokusu, Ney’in ve Aynalı’nın sesi beni başka bir boyuta doğru itmeye başlamıştı. Yavaş yavaş duyularımın sınırından sıyrılmaya başladım. Bir şey görmüyor ve işitmiyordum artık. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım.

Bu hal çok sürmedi. Zihnim çalışmaya başladı. Görünüşte bir şey algılamaz iken kendimi başka bir boyutun çekim alanında hissetmeye başladım. HAYALİN DERİNLİKLERİ’ne yani özümdeki sonsuz boyutlara ( â’mak-ı hayâl’e) dalmıştım.

Dağları, ormanları, hayvanları, kırları ve çiçekleri bizim memlekete benzemeyen bir ülkedeydim. Yanımda görünmeyen birisi vardı. Beraberce yürüyorduk. Onunla telepatik yolla konuşuyordum. Nereye gittiğimizi sordum.

“Hindistan’dayız, <<hiçlik zirvesi>> ne gidiyoruz”

dedi.

Çok çok uzun haftalar süren bir yürüyüşten sonra Everest Dağı’nın eteklerine geldik. Bir kulübe gördüm. Görünmez arkadaşım beni kulübedeki genç adama “hiçlik zirvesi”ni ziyarete getirdim dedi ve teslim ederek döndü.

Genç adam bana tebessümle baktı. Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:

“Hiçlik zirvesine

insanların yüz binde birisi

ancak çıkar.

Oraya

ancak ölmeden önce ölenler çıkabilir.

Yani hiçlik bilgisinden elde edeceğin zevki

geçici bedensel zevklere feda edersen zirveye ulaşamazsın.”

İsmini sordum:

“Buda Gotama Sakya Muni”

(Sakya ailesinin aydınlanmış insanı)

dedi.

Hurmetle ayağa kalkıp elini öpmek istedim, öptürmedi.

“Elimi benim için öpeceksen öpme,

ben hiç’im.

Benim yanımda hürmetle hakaret arasında fark yoktur.

Kendin için öpeceksen ben zâten senin kalbindeyim.

Benim irfanımı kendinde ara”

dedi.

Ertesi gün güneş doğmadan yola çıktık. Yemyeşil çimenlerin ve rengârenk çiçeklerin arasından zirveye doğru yürümeye başladık. Ilıman rüzgarın savurduğu egzotik çiçek kokuları bir bulut gibi bedenimi sarıyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı.

Yine çok uzun yürüyüşten sonra bir saraya geldik. Açlıktan ölmek üzereydim. İçeri girdik. Her yer binbir çeşit meyve ve yiyecek sepetleriyle doluydu. Buda, hiçbir şeye içine düşecek gibi bakmamamı, tek bir lokma yemememi, eğer aksini yaparsam burada takılıp ebedi olarak kalacağımı ve kendisinin de dönüp gideceğini söyledi. İçimden çok kızmıştım.

Buda sessizce oturuyordu. onun telepatik mesajlarını duymaya başladım.

“…Dağın zirvesi irfanın zirvesidir…

Bu saray irfanın ancak yarısıdır.

Sarayın nimetlerini yemek, irfanın yarısına razı olmaktır.

İster burada kal, istersen benimle zirveye gel…”

O anda irfana açlığım ve yiyeceklere açlığım ile eşit derecede idi. O boyutta o yerde tek tercih hakkım vardı. Ya yiyecek ya irfan. İkisi birden yoktu. Buda’ya kızarak irfanı tercih ettim. Bana gülümseyerek;

“Haydi yükselmeye devam edelim, yeteri kadar irademizi güçlendirdik” dedi.

Yükselmeye karar verdiğimde, mideme indirmediğim halde o nefis yiyeceklerin enerjisinin tüm hücrelerimi doldurduğunu hissettim. Tat almadan ve posa sindirmeden gıdalanmak cennet boyutunun bir tür beslenme tarzı olmalıydı.

Sarayı terk ederken bir hizmetçi elinde altın tepsiyle soğuk içecek getirdi. Kendimi unutarak kadehi aldım tam içecekken Buda elime vurdu. Kadeh düştü ve kırıldı. Zirveye doğru hem o boyutta ilerliyorduk hem de dünya boyutundan Aynalı’nın Dâvudî sesiyle okuduğu şiirini işitiyordum.

“Ey hakikata yükselen yolcu! Yürü. Yetersiz ilim irfan kaynaklarıyla yetinme. Senin ulaşacağın bilgi yanında o dağın güzellikleri bir rüya ve hayalden ibaret kalır. Yürü (seyrü sülukuna devam et) ki kulluk yönünün nihayetindeki Allah gerçeğinin giriş kapısına ulaş. Yürü kendi gerçek yönüne ulaş, fenâ fillah’a er. Billur kadehte sunulan alkolden uzak dur ki aşk kadehinden içesin. Yürü ki sende tecelli edecek olan sınırsız kudret sırını yakala.”

Aynalı’nın yanında idim fakat sesi yüz bin yıllık uzaklıktan geliyordu. Buda’dan yüz bin yıl uzakta idim fakat şu anda onunla el ele zirveye tırmanıyordum. Aynı anda iki ayrı boyuttaydım. Ve “ben”de daha nice sonsuz boyutlar mevcuttu. Yeterince ilmimi artırırsam ve kendimi kullanmayı öğrenirsem, her an her yerde olabilecektim.

Kır âlemindeki iki dervişin ve Aynalı’nın sözlerini yeni yeni anlamaya başlamıştım.

Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.

“Ben” olmasam bir şey olmazdı.

“Ben”

“hep”im, ya da “hiç”im.

“hiç”im, ya da “hep”im.

Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,

tek şeydir.

Fakat

bunu bilmeyenler

tek olanı iki farklı isimle çağırırlar,

diyorlardı.

Hem tek olmak hem de sayısız sınırsız olmak, mantıksal çelişki olmaktan çıkmaya başlamıştı. Bir fincan kahve, bir ney taksimi ve birkaç satır şiirle tekliğim aynı anda iki ayrı boyutta ikilik olmuştu. Bu tattığım ilk tasavvufi keşif ve felsefi açılımdı.

İki ayrı boyutta iki ayrı beden ve bilinçte olmama rağmen kendimi aynı anda da TEK (AHAD) olarak algılıyordum. Üç, beş, kırk, bin veya sayısız sonsuz olup da yine tek olmak, okuyarak, düşünerek ulaşabileceğim bir ilim değildi. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti yaşamak, demek ki böyle bir şeymiş.

Buda ile birlikte zirveye yakın bir mola yerine geldik. Orada daha büyük bir saray vardı. Sarayın dış kapısında elimi bırakarak bana:

“Saraya gir. Biraz dinlen. Hiçbir güzelliğe sahip olmaya kalkışma. Sana yapılan her teklifi reddet. Saraydan çık ve bana dön ki zirveye olan yolculuğumuzu tamamlayalım. Ben seni burada bekliyor olacağım” dedi.

Daha sarayın kapısından adım atar atmaz ipek elbiseli bir düzine cariye beni karşıladı. Her birisi sonsuz güzellikte idi. Beni sarayın has odasına doğru götürdüler. Has odaya girdim. Sarayın prensesi muazzam bir tahtta oturuyordu. Cariyelerin güzelliği onun yanında bir hiç gibiydi. Prenses kollarını açarak:

“Yüz bin yıldan beri buraya kadar ilk defa sen çıkabildin. Ve ben yüz bin yıldan beri seni bekliyorum” dedi ve kollarını açarak benimle kavuşmak istedi.

O anda Buda’nın telepatik mesajını aldım. Hayır diyordu. Daha yolumuzun olduğunu zirveye ulaşamadığımızı söylüyordu. Ama prensesin çekim şiddeti Buda’nın kuru yavan ilim ve irfanından daha üstün geldi. Prensesi kollarımın arasına aldım. Sonsuza kadar öylece kalmak istedim.

Birden kulaklarımı sağır eden bir gök gürültü ve ardından da gözlerimi kör eden bir şimşek çaktı. Kollarımın arasında pis kokulu çirkin suratlı bir cadı kadın duruyordu. Korktum ve geri çekildim. Cadı çatlak sesiyle:

“Biraz önce mis gibi kokuma, kadife gibi sesime, güneş gibi güzelliğime meftûn olup taze kollarıma atlamıştın. Şimdi sana ne oldu da benden kaçıyorsun? Ben yine aynı prensesim. Hem oyum, hem de buyum. Ben aynı anda her yerde olanım. Aklına, ilmine, tasavvufî keşfine ve felsefî açılımına ne oldu? Hani sana göre çirkin de güzel de Hak’tı? Şimdi ben bâtıl mıyım? Şeytan ve melek sana göre aynı değil miydi? Ben sen, sen de ben değil miydik? Taavvuftan ve felsefeden ne kadar da çabuk bıktın? Haydi al beni kollarına!” diyerek üstüme saldırdı.

Arkama bakmadan kaçmaya başladım. Cariyeler çirkin maymunlar gibi olmuş beni yakalayıp hanımlarına teslim etmek için arkamdan kovalıyorlardı. O muazzam saray aniden pis kokulu bir çöplüğe dönüşmüştü. Buda’yı bulmak için çok koştum ama onun yerinde soğuk sam yelleri esiyordu artık.

Zirveye yakın noktadan aşağılara yuvarlanarak indim. İki kişi kollarıma girerek beni bir tapınağa götürdüler. Yüksek bir yerde üzerinde altın, zümrüt kakmalı ipek elbiseler içinde, önünde bin bir türlü lezzetli yemeklerden yerken çevresinde güzel cariyeleriyle eğlenen Buda’yı gördüm. O da beni görünce yüzünü ekşitti. Ve;

“Şu anda ben yine sâde giyimliyim. Fakat senin içindeki hırs beni altın zümrüt kıyafetler içinde gösteriyor.

Burası yaşlı bir incir ağacının altı, fakat senin hırsın burayı altın duvarlı tapınak gösteriyor.

Ben yüksekte değil, alçaktayım.

Bunlar lezzetli yemekler değil, hiçlik ilminin mânâ helezonları.

Bunlar cariye değil, benim zikrimi dinlemeye gelen başka boyutların bilinçleri fakat sen onları şehvetinden dolayı cariye görüyorsun.

Sen sözünde durmayan bir “dişi” tabiatsın.

Dişilik ve erkeklik bedensel cinsiyetin adı değil, bilincin mertliğini ya da zayıflığını ifade eden iki kavramdır.

Size ikram edilen “Kutsal Kitap”ta bahsedilen erkek mert nefsi, zayıf kadın da nâmert nefsi sembolize eder. Yoksa kadın ve erkek ruh ve beden açısından biribirine denk yaratılmıştır.

Şimdi sen ey zayıf dişi, sevdiğin hırslarına geri dön.”

Diyerek derin bir sükûta gömüldü.

Tapınağın merdivenlerinden aşağıların aşağısına yuvarlandım. Her yerim acıyor ve ağrıyordu. Gözlerimi yavaşça açtım. Aynalı’nın tebessüm eden yüzüyle karşılaştım. Yeni pişirdiği kahveyi isli cezvesinden eski fincana doldurup bana uzattı.

“Yükseklerden, cennetlerden dünyaya hoş geldin. Bir damla ilim irfan tahsili kişiyi fena fillah’a, enel hak’ka ve Makam-ı Mahmud’a ulaştırmaz. Evlâdım HİÇLİK ZİRVESİ’ne ulaşmak kolay değil, kolay değil, kolay değil” dedi.

Çok mahçup olmuştum. Kendisini tekrar ziyaret edip ilminden nasiplenmeyi diledim.

“Ben bu memlekette oldukça aramızda geçenler sır olmak şartıyla tekrar görüşebiliriz” dedi. Söz verdim ve ayrıldık.

RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFAN’IN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A. S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

Yorumlayan ve özetleyen:
Kemal Gökdoğan
www.yorumsuzblog.net.tc

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: