1.Bölüm 2.Bölüm 3.Bölüm 4.Bölüm 5.Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm 8. Bölüm 9. Bölüm 10. Bölüm 11. Bölüm 12. Bölüm 13. Bölüm 14. Bölüm 15.Bölüm
ikinci gün
EY NÛR
( Nur’un ve Zulmet’in Ezelî Savaşı )
1. Mülhime Nefs Girdabı
Mezarlıktan çıkmış eve doğru gidiyordum. Evet, hayret, meyhaneye doğru değil de eve doğru gidiyordum. Aynalı Baba’nın bir fincan kahvesini içmiş ve alkolden ebedi tiksinmiştim. Eve gelince annem de gözlerine inanamadı. Tabii ki verdiğim söz gereği anneme Aynalı’dan ve yaşadığım mâceradan söz etmedim..
Erkenden yatağıma uzandım ve nefs muhasebesi yapmaya başladım.
Birkaç damla tasavvuf ilmi ile
her şeyin aslını anladığımı zannetmiştim.
Varlığın sırrını
“ her şey Hak’tır ve ben de Hak’kım “ felsefesi ile özetleyip
tam rahatlamıştım ki,
Aynalı Baba içine düştüğüm bu girdaptan Buda ile yaptırdığı hayali yolculuk sayesinde kurtardı.
Beni gönderdiği ülke benim kendi özümdü.
Everest Dağı özümdeki nefs idi.
Dağın başlangıcı, birinci bilinç boyutum olan “nefsi emmâre” idi.
Dağdaki birinci saray; bilincimin ikinci boyutu olan “nefs-i levvame” idi. Bu nefs boyutunun girdabından, Buda tecellisine bürünmüş olan Aynalı Baba’nın küçük bir desteğiyle (tasavvuf dilinde ‘şeyhin himmetiyle’) kurtulmuştum.
Dağdaki ikinci saray; bilincimin üçüncü boyutu olan “nefs-i mülheme” idi. Bu sarayın tuzakları çok fazlaydı. Buda sembolü (aslında Aynalı Baba) beni nefs-i mülheme sarayına yalnız sokmuştu. Koruması (himmeti) yoktu. Her şey ben’im ve her şey ben’im tecellimdir felsefesini tasavvufi bir hakikat ve keşif zannederek sarayı ve sarayın içindeki her şeyi nefsime helal görmek yanılgısına düştüm.
Gerçi haram ve helal yanılgımdan çabuk kurtuldum. “Resuller ve veliler daha bilgili olmasına rağmen harama ve helale son derece dikkat etmişlerdir” prensibini hatırlayınca tehlikeyi atlattığımı zannettim. Fakat mülheme nefs girdabında sonsuz sayıda tuzak vardı. En basitlerinden birisine yakalanmaktan kurtulamadım. Prensesin sonsuz güzelliğini Hak’kın güzelliğinin yansıması olarak gördüm. Sadece prensesin değil evrendeki her güzelliği Hak’kın güzelliği olarak yorumladım. Tam bu anda prensesin yaşlanmış, çirkinleşmiş hali tecelli edince geri çekilmek zorunda kaldım. Halbuki Hak ve Hak’kın her tecellisi tek bütünün farklı cepheleriydi. Prensesin yaşlı halini Hak olarak kucaklayıp hazmedemedim. Ve böylece mülheme nefs mertebesinin ilk hakikat tecellisini dahi hazmedemeyince tekrar başa dönmek zorunda kaldım. Dağın yarısından yani mülheme nefs mertebesinden tekrar dağın dibine yani emmare nefs mertebesine düştüm.
İlk boyutlar arası tasavvufi gezintide ilk mühim nefs mertebesinde ayağım kaymıştı. Bu kaymadan Aynalı Baba memnun olmuştu, çünkü en büyük hatayı yaparak bir daha yapmamayı ve Mutmain nefs boyutuna geçiş için vize almayı öğrenmiştim. Bu güzel tefekkür içinde uyumuş kalmışım.
Aynalı ile tanışmamın ikinci gününün sabahında erkenden uyandım. Normalde ikindiye kadar uyurdum. Uyanınca da meyhaneye gider sabaha kadar eve gelmezdim. Annem gayet memnun arkamdan bakarken giyinerek evden çıktım.
2. Karşılıklı Hediyeleşme
Pazara uğrayıp birkaç tencere, tava, mangal, tabak, kaşık gibi mutfak eşyası aldım. Yağ, pirinç ve benzeri yiyeceklerden de aldım. En mühimi de bolca taze Türk kahvesi temin ettim.
Kulübeye geldim. Aynalı Baba hediyeleri reddetmedi. Benim gibi bir alkoliğin getirdiği kapları ve yiyeceği tereddütsüzce alması, hemen kullanması beni çok onore etmişti. Hiç kimseden karşılıksız bir şey almıyordu. Biraz konuştuk, yemek yedik ve biraz da uyuduk. Yeterince dinlendikten sonra benim getirdiğim mangalı ateşledi ve isli cezveyi ateşe sürerek taze dövülmüş dibek kahvesinden demlemeye başladı. Kahve yavaş yavaş kaynadıkça kokusu beni kendimden geçiriyordu. Dede eski fincanları doldurdu. (Aynalı’ya bazen baba, bazen dede diyordum.) Bir yudum çekiyor, biraz ney üflüyor ve gür sesiyle şiir okuyordu:
Bu şuun, âlem
Bisebat-u bîkıdem
Nerde Havva, âdem
Varsa aklın ey dedem!
Dem bu demdir, dem bu dem!..
Dem bu demdir, dem bu dem!..
(dem=başlangıçsız ve sonsuz an)
. . .
Nice tasavvuf ehli (sûfiyye) ve hikmet ehli (filozof/hükemâ) kimselerle yıllar geçirmiştim. Tasavvuf ehli olan takvâlı (?) zâtlar, âlemin sonradan yaratılmış değersiz bir madde olduğunu kötüleye kötüleye anlatırlardı. Filozoflar ise âlemin Tanrı ile birlikte ezeli olduğunu iddia ederler, bir kısmı da tanrıyı inkar ederek maddenin ve enerjinin ezeli ve ebedi olduğunu kanıtlamaya çalışırlardı. (Allah’ı inkâr mümkün değildir, çünkü sen kendini inkâr edebilir misin? Bundan dolayı TANRI kavramı özellikle yazılmıştır.)
Aynalı Baba hem tasavvuf ehlinden hem de filozofların inançlı ve inançsız kesiminden farklı olarak âlemin aslını ve hakikatteki hükmünü birkaç kıt’a “mârifet” şiiriyle bir anda anlatmıştı.
Aynalı anladığım kadarıyla şöyle diyordu:
Bu tecelliler ve bu âlemler ve bu boyutlar
ne ezelidir ne de ebedidir.
Hâdis (yaratılışı Tanrı’dan sonra) de değildir,
kadîm (Tanrı* gibi başlangıçsız, yaratılmamış) de değildir.
Âlem ve tecelliler dediğin her şey;
zamansız Hak’kın zamansız gölgesidir.
Âdem ve Havva isimli
insanlık âlemini
hangi zaman dilimine oturtabilirsin ki?
Aklının sınırını kaldırıp da
akl-ı kül ile tefekkür edersen
zamanın ve gölgenin var olmadığını,
her an (dem bu dem) var olanın
Hak olduğunu keşfedersin.
*(Allah veya tanrı kavramları özellikle ayrı ayrı kullanılmaktadır, bundan sonraki kullanımlarda da aynı özellik mevcuttur. Tasavvuf Felsefesi (ilm-i hikmet) ve batı felsefesinde yapılan tartışmalarda kastedilen ‘tanrı’dır. Allah ismi ile işaret olunan ahad varlık; görecelilik taşımadığı için hikmet ve felsefe tartışmalarında kullanılamaz.)
Getirmiş olduğum değersiz hediyelerin karşılığını para ve değerli hiçbir şeyle ölçülemeyecek olan bu bilgi ile iade etmişti. Ben ona Yunus Emre misali ucuz alıç gibi olan çanak çömlek getirmiştim o da bana para ile satın alınamayacak ilim ile karşılık vermişti. Yıllardan beri çözemediğim; zaman, mekân, madde, enerji ve insan sırlarını bir fincan kahve içip bir nefes ney dinleyip birkaç kıt’a şiir dinletisiyle o demde halletmiştim.
3. Cihad-ı Ekber’e Hazırlanış
Aynalı’nın şiirini zihnimde yorumlarken gönül nefesiyle üfürdüğü neyin sesi yavaş iniltilere döndü. Sanki binlerce yıl uzaktan geliyordu. Yine iyice gevşemiş ağır bir uyku ile uyanıklık arası yakaza haline girmiştim. Yani ne uyanıktım ne de uyuyordum. Aynı anda hem Râci olarak mevcuttum hem de binlerce yıl önce Belh’de yaşayan İranlı bir gençtim.
Odama bir hanım girdi, benim eşimmiş. Çabuk hazırlanıp “Seyir Bayramı”na yetişmemi söyledi. Başıma bir külah, belime bir kuşak taktım. Üzerime uzun bir şal aldım. Sokağa çıktım. Yüzlerce, binlerce insanla birlikte büyük bir meydana geldik.
Ne olduğunu birisine sordum. Yüzüme baktı, “Sen yabancısın galiba, kıyafetin bizim gibi ama bizim inanç ve şartlanmalarımızdan haberin yok. Bu günden itibaren kırk gün Seyir Bayramı’dır (Temâşa Bayramı). Biraz sonra ismi okunanlar şu büyük çadırdaki Zerdüşt’ün yanına girecek. Zerdüşt’ün sorusuna Hak Kelam ile cevap verenlerin alnına ‘cennetlik’, cevap veremeyenlere de ‘cehennemlik’ yazılacak. Cennetlik olanların Hakikati seyretmesine izin verilecek.” dedi.
Zerdüşt, milattan önce 1200 yıllarında İran’da yaşamış birisiydi. Kimisine göre o ateşe (ışığa, iyiliğe) ve karanlığa (cehalete, kötülüğe) tapma dinini kurmuştu. İslam düşünürlerine göre de eski Resul’lerden biri idi ve Hak Din’i zamanla tahrif edilerek ateşe ve karanlığa tanrı olarak tapınılmaya çevrilmişti. İçimden gelen bu duyguları dinlerken yüksek sesle adım okundu. Hemen çadıra girdim.
Zerdüşt muazzam bir tahtta altın sırmalı elbiselerle oturuyordu. Askerler, danışmanlar, hizmetçiler etrafını sarmış el pençe divan duruyordu. İki asker koluma girip huzura götürdü ve bıraktılar. Herkes yerlere kadar eğildiği halde ben sadece başımla hafifçe saygı sundum. Çevredekiler yere eğilmememi ölüm cezası olarak düşünüyorlardı. Fakat Zerdüşt hiç oralı olmadan bana hemen sordu:
“Nereden geldin?”
Kalbime düşeni hemen söyledim:
“Nasıl ve niçin yaptığından sual olunmayan Allah’tan. . .”
“Niçin gönderildin?”
“Kendimi hatırlamak, ilim ve irfan nûrum ile cehalet karanlığımı birbirinden ayırmak ve sonra tekrar cem etmek için bu beden ve ruh tecellisine indim. Nûruma yâni ilim ve irfanımla kendimi hatırlamaya <ben> , cehalet ve ben’i hatırlamayı örten zulmete de <gayrım> ve <ben olmayan> dedim.
“Nûrun nedir? Karanlığın nedir?”
“Nûrum; ilim ve irfan yönüm olan Hürmüz’dür. Karanlığım; kendimi unutmuş yönüm olan
Ahriman’dır”
“Hangisi üstündür?”
“Şu anda özümde her ikisi de eşittir. Kendimi tanımak cihadı olan Cihad-ı Ekber’i kazanırsam nûrâni yönüm baskın olacak. Kazanamazsam zulmânî yönüm baskın olacak.”
“Sonra ne olacak?”
“Nur galip gelecek ve Allah;
‘Ben’den gayrı mevcûd yok
( Lâ mevcûde illâ Hû )
diyecek”
Zerdüşt eliyle alnıma yeşil bir çizgi çekti ve etrafındaki ihtiyarlar (seçkinler), “Allah mübârek kılsın!, Allah mübârek kılsın!” dediler.
Çadırdan yanıma verilen bir rehberle çıktım. Alnımdaki yeşil çizgiyi gören halk her iki yana çekiliyor ve
“ İşte Ahriman’la çarpışacak cengâver geliyor!”
diye bağırıyorlardı.
Rehberimle ışıktan daha hızlı koşan atlara bindik, binlerce yıl yol kat ettik. Sonsuz bir sahrâya geldik.
Sonsuz sahrâda sonsuz yükseklikte bir
Dağ
yükseliyordu.
Vücudumun iki katı ağırlıkta zırhlarla ve silahlarla donatıldım. Dağa tırmanmaya başladık. Dağda yükseldikçe bana hiç de yabancı gelmeyen
fakat bir türlü nereden hatırladığımı çözemediğim
içki şişeleri görüyordum.
Şişeler ben yaklaştıkça canlanıyor şekil değiştiriyor, müthiş ejderhâlara dönüşerek üzerime ağızlarından ateşler püskürterek saldırıyorlardı.
Zırhımdan yansıyan alevler geri dönerek kendilerini yakıyor
ve
cam gibi tuz buz olup dağılıyorlardı.
Yine âşina gelen gır gır ve şamata sözler başka bir ifrit kılığına bürünerek bana saldırıyor. Onlar da duman haline dönüşüp yok oluyorlardı.
Rehberime,
bunlar nedir ?
diye soran anlamlı gözlerle baktım.
Gülümseyerek
“Küçük cihadla terk ettiğin basit günahların tecellileridir,
sen şimdi asıl
Büyük Cihad’a yoğunlaş”
dedi.
4. Denge Küre’si YİNG ve YANG
Biz dağın zirvesine yükselirken sonsuz semâdan da bir melek elinde bir küre ile dağa iniyordu.
Dağın sağ tarafındakiler beni görünce “ İşte Allah’ın nûru geliyor! Ey nûr!.. Karanlıkları boğ!” diye bağırarak tezahürata başladılar.
Dağın sol tarafında karanlıklar içinde, <karanlıktan daha da karanlık> olan varlıklar, sağ taraftaki tezahüratı bastırırcasına; “Ey Ahriman! Gönder zulmetini, yok et aydınlığı!” diyen düşünce dalgalarını yoğunlaştırarak evrenlere dağıtıyorlardı.
Melek dağın zirvesine kulakları sağır eden bir sayha (hakikatı ilan eden ses-bilgi) ile indi. Herkes sustu ve meleği dinledi. Melek elindeki küreyi ileri uzattı. Kürenin yarısı gözleri kamaştıracak kadar ışıklı diğer yarısı da karanlıktan daha da karanlık olduğu için görünebilen bir siyahlıkta idi.
“Allah indinde her an salt adalet vardır,
aydınlık ve karanlık eşit yaratılmıştır,
en iyi kim mücadele ederse
o galip gelecektir.”
Diyerek çarpışmayı başlatan sûr’a üfledi.
İyiliği sembolize eden Hürmüz ayağa kalktı:
“ Ey varlıklar! İçinizdeki kini, nefreti, bedensel çıkarlarınızda cengâverce etrafa saldırmayı, yalanı, gıybeti, sarhoşluk veren alkolü ve öğünmeyi terk edin. Sonsuz cennetlerin sonsuz ilim ve irfan zevkini üç beş günlük dünya şehvetiyle değişmeyin ve Allah’ın ahlakı ile ahlâklanarak karanlığın savaşçılarına galip gelin!”
dedi ve oturdu.
Bu sefer de kötülüğü temsil eden Ahriman ayağa kalktı:
“Hürmüz yalan söylüyor. Ben sonsuz yıl ilim ve irfanla Allah’a kulluk ettim fakat sonunda kovuldum. Gelin siz de vaktinizi boşa harcamayın. Henüz fırsat var iken en iyiyi yiyin, en iyiyi giyin, ve zevkinizde hayvanlar gibi sınırı aşın. Çünkü bu dünyaya tekrar dönüş imkanınız yok. Ölünce de ne cennet ne cehennem; yok olup gideceksiniz. Birbirinizi çıkarlarınız için ezip geçin.”
dedi ve oturdu.
Her iki taraf en iyi savaşçılarını ileri sürdü. Düello acımasızca günlerce sürdü. Bazen onlar öne geçiyor bazen biz öne geçiyorduk fakat eşitlik bozulmuyordu.
Ahriman zafer için “İki Yüzlü” (nifak) isimli şövalyesini ileri sürdü. “İki Yüzlü”den hepimiz korktuğumuz halde Hürmüz’ün hatırı için ileri atılıp şehit oluyorduk. Bizden tam otuz kişi “İki Yüzlü”nün silahıyla öldürüldü. Çünkü o çok sihirli biriydi. Görünüşü o kadar tatlı ve sevimli idi ki, tatlı dili ile bizi seviyor, okşuyordu. Ona güvenip arkamızı döndüğümüzde ise yüzü ekşiyor, korkunçlaşıyor, çatal dilini çıkarıyor, küflü dişleriyle sırıtıyor ve zehirli hançerini sırtımıza saplıyordu.
Hürmüz daha fazla dayanamayarak “Muhabbet Savaşçısı”nı “İki Yüzlü”nün üzerine gönderdi. İki yüzlü’nün yüzü çirkinliğe bürünerek asıl kimliği ortaya çıktı. İkisi de kırk gün kırk gece çarpıştı. Sonunda “Muhabbet Savaşçısı” galip geldi.
Ahriman çıldırarak daha iyi bir şövalye çağırdı. “Gazap” Şövalyesi elindeki gürz ile “Muhabbet Savaşçısı”na meydan okudu. Birkaç günlük düellodan sonra “Muhabbet Savaşçısı” çok iyi bir savaşçı olduğunu düşünüp gururlanmaya başladığı anda “Gazap”ın çelik gürzünü kafasına yedi ve yere serildi. “Gazap” Muhabbet’in kalbini söktü ve Ahriman’ın ayakları altına attı. Ahriman sırıtarak,
“ Benim gibi gurura kapılan muhabbetini yitirir”
“Gazap”ın alnından öptü.
Her nedense ben de alnımda bir ılıklık hissettim. Ahriman’ın sonsuz sayıdaki “Gazap” isimli çocuklarından birisi de benim derinlerimde miydi? . .
Zirvedeki meleğin elindeki kürede hangi taraf düellodan galip ayrılırsa o tarafın renk fonu artıyor diğeri azalıyordu. Gazap Şövalyesi bizden epeyce bir savaşçı tepelediği için küre neredeyse tamamen kararmak üzereydi.
Rehberim bana, “Yarın Gazap’ın karşısına Hikmet Pehlivan çıkacak. Gazabı ancak ilim ve tefekkür gücü yenecek” dedi.
Hikmet Pehlivan kim diye sorunca,
“Sen” cevabını aldım.
Başım döndü ve soğuk terler dökmeye başladım.
Gazap Şövalyesi tüm savaşçılarımızı temizlemiş, geriye,
“Aşk”ın Kılıcı
ve
ben
kalmıştık.
Ben de meğer ki Hikmet Pehlivan imişim.
Zerdüşt’ün çadırı önünde bu isim çağırıldığında içeri girmiş ve sualleri doğru cevaplayıp çıkmıştım. O zaman ismime bir anlam verememiştim ama şimdi çok zor durumdaydım. İsmimin ve sıfatımın gerçek sınavını er meydanında verecektim.
“Nice başların kesilip de soranın olmadığı”
er meydanına çıkma vakti gelmişti.
O gece rehberim beni uyutmadı. Uyumak ve tembellik zamanı değil cenge hazırlık ve antrenman zamanıydı. Sabaha kadar rehberimle hem kılıç hem de ilim irfan eğitimi yaptık. Hava aydınlanmadan er meydanına geldik.
Gazap Şövalyesi burnundan zehirli dumanlar çıkarak bana saldırdı. Hiç istifimi bozmadan bekledim. Burun buruna geldik. İçimdeki korku ve endişe kaybolmuştu. Korkmadığımı anlayınca iyice gazaba gelerek kükredi.
“Sen de kim oluyorsun da benden korkmuyorsun” dedi.
“Ben ilim ve tefekkür silahıyla kuşanmış Hikmet Pehlivan’ım” dedim.
Tüm gücünü toplayarak gürzünü kafama doğru savurdu. Sanki sinek çarpmış gibi oldu. Çelik gürz eğildi ve yere düştü. Gazap Şövalyesi hayretle bana baktı. Ben de tebessüm ederek dalga geçtim.
“Benim yendiğim asıl
<gazap cengâveri>
yanında sen ve senin hamlen
bana sinek kadar zarar veremez”
deyince merakla sordu:
“Kimmiş benden daha da güçlü olan?”
“Kendi nefsimdeki gazap kuvvesi”
dedim ve şaşkınlaşan şövalyenin kafasını uçurdum.
Kürede nur ve zulmet yine dengelenmişti.
Ahriman oturduğu yerden şimşek gibi fırladı ve en son ve en güçlü şövalyesini meydana kendi elleriyle sürükleyip bıraktı.
Yeni şövalyenin gözleri kan çanağına dönmüş, saldıracak yok edecek ya da efendisi Ahriman’a köle yapacak ışık savaşçısı arıyordu. Hepimiz ister istemez korkuya kapılıp geri geri yürüdük.
Arkamda bir el hissettim. Rehberim, oyun oynamak istemeyen gelinler gibi beni arkamdan meydana ittiriverdi. Birden kendimi öyle bir şövalyenin önünde buldum ki, dizlerimin dermanı kesildi.
Ahriman’ın son kalesi olan bu şövalye, şeytânî levvâme ve şeytânî mülheme nefsin gücünü kendinde toplamış olan kaynak,
“NEFS-İ EMMÂRE”
idi.
Emmâre’nin hizmetindeki Mülhime girdabına Everest tepesine tırmanırken bir kez düşmüştüm. Akıllandığımı zannediyordum.
Melekî levvâme ve melekî mülhime nefsin
gücüne sahiptim fakat kendimden yine de emin değildim. Her an Emmâre Şövalye’ye mağlup olabilirdim.
Tüm gücümle saldırdım. Âdeta benimle dans edercesine karşılık veriyor, beni ciddiye almadan tüm hamlelerimi savuşturuyordu. Melekî levvâme ve mülhime gücümü devreye sokunca yorulmaya başladı. Birkaç yerinden yaraladım, kan kaybetmeye başladı. Aniden en can alıcı hamlemi indirecektim ki, yüzünü bir maskeymişçesine sıyırıp attı. “Aman ya rabbi bu ne güzellik” diye bağırarak cemâline hayran kaldım. Elimdeki silahlar düştü. Özümden gelen bir ses
“O gördüğün cemâl
insanlığın zirve noktası,
ilmin ve irfânın efendisi,
kâinatın kendisi için yaratıldığı,
ve
henüz doğmamış olan Zât’ın nûrânî simasıdır.”
dedi.
Birden karşımdaki simâ benim simama büründü. Bir ben oluyordum bir O nûrâni Zât oluyordu. Her halde ben <fenâ fir Resul> olmuştum. Kendim ve çevremdeki herkesi O’nun siması ile görüyordum. Bir an düşündüm, bu bir numara olabilir miydi? Ama Ahriman nûrun kılığına bürünemezdi. Ahriman’ın yapamadığını şövalyesi de yapamazdı diye düşünüyorken elimin arkaya büküldüğünü ve bağlandığımı anladım. Emmâre’nin girdabına düşmüştüm. Ve şimdi çirkin simalı Emmâre Şövalye’nin esiri olarak Ahriman’a doğru sürükleniyordum.
Ahriman’ın önüne fırlatıldım. Ahriman korkunç bir kahkaha atarak neş’eyle bağırdı:
“Hey şaşkın! Ne kadar da cahilmişsin.
Ben Resul’lerin kılığına giremem
Ama
senin kendi Emmâre Nefs’in benden daha tehlikeli ve oyuncudur.
Senin Emmâre Nefsin her kılığa girer,
Resul kılığına bürünüp sana evliyalık verir,
tanrı suretinde hitap edip sana Nübüvvet (peygamberlik) verir.
Emmâre ve mülhime arasındaki girdaptan bir türlü çıkamıyordum. Yine tökezlemiştim. Kendimden başkası olamayacağımı anlamıştım. Değişim varlığımda ve bedenimde değil; ilim, irfan ve bilgi seviyemde olacaktı. Anlamıştım ama esir olduktan sonra anlamıştım.
Zirvedeki kürede yine zulmet oranı artmış nûr bir nokta kadar kalarak sönükleşmişti.
Şimşekten daha hızlı bir binek üstünde “Aşk”ın Kılıcı geldi. Aşk’ın Kılıcı’nı görenAhriman ve Hürmüz ayağa kalkarak saygılarını sundu. Emmâre Şövalye beni serbest bırakarak Aşk’ın Kılıcı’na bağışladı. Küredeki nûr ve zulmet yine yarı yarıya eşit hale geldi.
Aşk’ın gücü dağdaki herkese yayılınca herkes kendi varlığına âşık oldu. Herkes kendi renginden, kendi özelliklerinden ve kendi efendilerinden bilinçsizce de olsa “Mutmain nefs” sırrıyla râzı oldu.
Aşk, ışık ve nûr kaynağı Hürmüz’ün elini tuttu. Sonra karanlık ve zulmet kaynağı Ahriman’ın elini tuttu. İkisinin de elini havaya kaldırarak,
“ Ey Nûr sen kendini Zulmet ile tanıdın.
Işığı gösteren fon karanlıktır.
Karanlık olmasa ışık zâhir olmazdı.
Ey Zulmet!
Sen de kendini ışıkla tanıdın.
Işık olmasaydı karanlığın farkına kim varacaktı?
Karanlık dahi karanlık olarak kalacak, kendi varlığından haberdar olamayacaktı.
Ben Aşk’ım.
Benim olduğum yerde ikilik yok, teklik var”
dedi.
Ben yenilmekten ve esir edilmekten ve serbest bırakılmaktan gayet mahçup olmuş halde Hürmüz’ün yanına geldim. Elini öptüm, yüzüne baktım. Yüzünü görünce çığlığı koyuverdim, meğer ki Hürmüz Aynalı Baba imiş. Aniden gözlerimi açtığımda yine Aynalı Baba tebessümle bakıyordu.
Elimde kahve fincanı duruyordu. Daha bir yudum içtiğimi hatırladım. Elim havada iken binlerce yıl ve binlerce fersah ötelere gidip gelmiştim. Çok yorgun olduğumu hissettim.
“Öteler,
özündeki boyutların yanında
sonsuzda bir zerre kadar bile mesafe tutmaz,
hem de yormaz.
Asıl sonsuzluk
sen kendinsin,
kendindeki sonsuz seyahatlerdir seni yoran”
diyen sesini duydum.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFAN’IN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.
Yorumlayan ve özetleyen:
Kemal Gökdoğan
www.yorumsuzblog.net.tc