Amak-ı Hayal 5.Bölüm

Amak-ı Hayal Bölümler;

1.Bölüm    2.Bölüm   3.Bölüm   4.Bölüm    5.Bölüm    6. Bölüm    7. Bölüm     8. Bölüm    9. Bölüm    10. Bölüm   11. Bölüm    12. Bölüm    13. Bölüm    14. Bölüm     15.Bölüm 

dördüncü gün
ÂRİFLER TOPLANTISI
görecelilik
1. AYNALI BABA ÂLİM Mİ CÂHİL Mİ?

 Alkolü bırakışımın dördüncü günüydü. Sanki hiç başlamamış gibiydim. Dört yıllık alkolün öldürdüğünden daha çok beyin hücresinin dört gün içinde aktifleştiğini hissediyordum. Çünkü Aynalı ile tanıştığım ilk günden beri uyku hariç beynimin her bölümü düşünce ve tefekkür jimnastiği yapıyordu..

Evden çıktım. Annem hem meraklı hem memnun hem de endişeli gözlerle arkamdan bakıyordu. Üzerimdeki ani değişimi bir türlü çözememişti. Hayattaki tek güvencesi bendim. Babam uzun yıllar önce ölmüştü.

Bu düşünceler içinde mezarlığın kapısına geldim. Osmanlı matematik ve fen alimlerinden birisinin mezarı önünde durdum. Ölmeden onun bilgisinden yararlanmak isterdim ama çok geçti. Şimdi Aynalı Baba’nın mânevi ilim ve irfanını tahsil etmeye çalışıyordum.

Nefs mekanizmam faaliyete geçerek fısıldadı. Ben Avrupa’da fen, Osmanlı payitahtı İstanbul’da şeriat ve tarikat ilimleri tahsil etmiştim. Aynalı’nın keşif ve kerameti olabilirdi ama fen ve matematikten haberi var mıydı?

Evrenin nasıl oluştuğunu, oluşum teorilerini akla ve bilime göre anlayabilir miydi? Yoksa “Allah bilir evlâdım! Allah, kâinatı yaratırken bize mi soracaktı” diye cahilliğini örtecek bir cevap mı verecekti?

Öyle cevap vermese bile bilim ve fenden habersiz, kalbiyle kendi âleminde uçan bir mübârekti sadece. Fazlaca gözümde büyütmeye değmez diye düşündüm.

Kulübesine yaklaştıkça hüzünlü neyin sesini, duman ve kahve kokusunu duymaya başladım. Beni görünce hürmetle ayağa kalktı “Sâfâ geldin nûrum” dedi. Hürmeti beni mahcup etmişti.

Bu gün büyük fincanlarda ilacımızı (kahvemizi) aldık. Biraz ney biraz şiir dinletisinden sonra beni yanına alarak biraz evvel önünde durakladığım fen ve matematik aliminin kabrine götürdü. “Nûrum şu kabirin üzerine uzan ve o mübareğin ruhunun tesiri altında bu günkü dersini al” dedi. Biraz önceki düşüncelerime direk cevap gibi gelen bu olaydan da epeyce mahcup oldum.

Mermer mezarın kenarına uzandım. Kavuk şeklindeki taş başlığa gözüm ilişti. Kavuk canlanır gibi olup etrafında dönmeye başlayınca gözlerime derin bir ağırlık çöktü ve özüme doğru olan geçiş süreci başladı.

2. KENDİM OLARAK BAŞKA BOYUTTAYIM

Kendimi zifiri karanlık bir odada, yumuşak bir yatakta yatıyor buldum. Biraz önce mermer üzerindeydim ve hava günlük güneşlikti. Şimdiyse pamuk yataktaydım, bir odadaydım ve karanlıktaydım.

Bu seferki boyutsal yolculuğum öncekilerden farklıydı. Kendimi iki kimlikli olarak algılamıyordum. Bedenim hissedebildiğim kadarıyla aynıydı. Kısaca ben her yönümle Ahmet Râci’ydim. Fakat hayalimin ve bilincimin derinliklerindeki boyutlarIMdan bir zamanIMda ve bir mekanIMdaydım.

Yattığım yerden karanlık odayı keşfe çalışırken kapı yavaşça açıldı. Bir erkek sesi “Oğlum kalktın mı?” diye sordu. Hiçbir şey göremediğim için ses vermedim. Benim babam ölmüş, ben de annemle yaşıyordum. Gelen adam babam olamazdı. Şimdi hangi boyuta göre cevap verecektim?

Aniden mezarlıkta uyandım. Aynalı hiç orada olmadan ney üflüyordu. Kendimden korktum. Kalbim göğsümü yırtacak gibi atıyordu. Aynı anda iki ayrı boyutta idim. Her iki alemde aynı beden aynı bilinç ile mevcuttum. Aynalı’ya kızarak “Adam benden cevap bekliyor ne diyeyim?” diye sordum. Gülerek eliyle beni ilgilendirmez işareti yaparak neyini üflemeye devam etti. Yapacak bir şey yoktu. Mezarın kenarına oturdum. Bu dünyada ney dinliyordum, başka bir dünyada da başım dertteydi.

Adam tekrar sordu:

“Oğlum kalktın mı?”

“Evet, uyandım, fakat sen benim babam mısın” diye dünya boyutuna göre cevap verdim.

Evet derse bu boyutta onun oğlu rolünü oynamam gerekiyordu. Hayır derse başka bir şey düşünecektim. Hiç beklemediğim bir cevap aldım.

“Oğlum çıldırıyor musun?” dedi.

“Hayır! Ama babam öleli çok olduydu da!” şeklinde bir kaçamak cevap verdim. Fakat daha da zor duruma düştüm.

“Eyvahlar olsun! Oğlumu insanlar çarpmış. Zavallı yavrum saçmalıyor” dedi.

Bu sefer durum zordu. Bulunduğum boyutun akıl ve mantık sistemini henüz çözememiştim. İşimi şansa bırakamazdım. Delilere farklı muamele yapılabilirdi. Durumu düzeltmek için;

“Şaka yaptım babacığım! Şaka. Lâkin bir lamba ya da bir mum emretseniz de getirseler. Burası cehennem kadar karanlık” dedim.

Zavallı adam ağlarcasına feryat etmeye başladı.

“Heyhât! Oğlum çıldırıyor. Batmayan güneş doğmuş, âlem nur ile dolmuş iken oda karanlık diyor. Aman evlâdım üzerime fenalık gelmeye başladı. Kendine mukayyet ol. Senden başka teminâtım yok!”

Oda tam manasıyla karanlık iken babam olduğunu söyleyen adama göre aydınlıktı. Bu sefer ben onun deli olduğunu düşünmeye başladım. Adamı kızdırmamak ve durumu tekrar düzeltmek için;

“Babacığım! Gerçekten batmayan güneş doğmuş. Belki de pencereler kapalı olduğu için ışığı buraya girmiyor” dedim. Adam bağırarak uzaklaştı.

“Aman Yâ Rabbî! Mutlaka bizim oğlan çıldırıyor. Bizim gözlerimizin ışığı almasına hiçbir şey engel olamaz. Biz insanlar gibi kör değiliz. Yetişin dostlar!”

Biraz sonra odaya bir sürü akrabam gelmişti. İçlerinde annem, amcalarım, dayılarım, teyzelerim ve diğer akrabalarım vardı. Hepsi kendisini tanıtarak teker teker geçmiş olsun dediler. Ben onlara göre hem delirmiştim hem de kör olmuştum.

Babam ve annem yanımda oturmuş kederinden ağlıyorlardı. Akrabalarımın sorularına cevap vermedim. Çünkü her ne desem deliliğime bağlayacaklardı. Susmayı tercih ettim.

Dünyadaki ruh ve beden yapımın aynısıyla geldiğim için cebimde kibrit olduğunu hatırladım. Sessizce çıkarıp bir tanesini yaktım. Gördüğüm manzara o kadar tuhaftı ki ani bir kahkaha patlaması kopardım. Akrabalarım insan gibiydiler fakat burun ve alın arasında arpacık soğanı gibi tek gözleri vardı ve üzeri de soğan zarları gibi kat kat deriyle kaplıydı. Benim gülme sesimin şiddetiyle hepsi dört ayaklı olup var güçleriyle zıplamaya başladılar. Ben gülme hâlinden gülme krizine girdim. Kendimi yere atıp boğazım şişene kadar güldüm onlar da ben susana kadar zıpladılar.

Susup yatağa oturduğumda hepsi tek sıra oldu. En önde babam gelip elimi hürmetle öptü ve;

“Ey Beyaz Cin’in Sarı Şeytan’ı! Saltanat sana mübarek olsun! Ne mutlu bana ki sen benim soyumdan gelerek bin seneden beri beklediğimiz o mübârek sesi çıkardın. Şimdi bütün kızıl şeytanlara haber vereyim gelip de Mehdî Hazretlerinin elini öpsünler. Her yere haber göndersinler” dedi.

Gülme sesim onların hiç duymadığı bir şey olmalıydı ki kutsal işaret olarak kabul ettiler. Nasıl bir Mehdi Hazretleri olduğumu ise zamanla anlayacaktım.

Beni ve kendilerini nasıl gördüklerini bilmiyordum. Kibritin ışığını fark etmemişlerdi. Ama batmayan güneşleri neyse onun bir tür ışığıyla algılama yapıyorlardı. Ben de onların ışığıyla algılama yapamıyordum. Bulabildiğim malzeme ile kendime bir el feneri yaptım. Birkaç gün yaşadığım ortamı inceledim. Taşları dantel gibi işleyip büyük binalar yapmışlardı. Her türlü el süsleme sanatlarında çok maharetliydiler. Tüm malzemeler tabii (doğal) idi.

Eğitim ve eğitim binalarına çok önem veriyorlardı. Bütün şehir edebiyat, felsefe, tarih ve ilahiyat dallarında eğitim veren fakülte binalarıyla doluydu. Fen ve matematik bilimlerinden ise hiçbir iz ve eser yoktu.

Dünya boyutunda oturduğum yerde birkaç dakika geçirmeme rağmen öteki boyutta daha şimdiden üç gün yaşamıştım. Aynı anda iki değişik hızda zaman yaşıyordum.

3. MEHDÎ HAZRETLERİ

Bin seneden beri “Beklenen İlâhî Kurtarıcı Hazretleri” için boş bekletilen yüzlerce hizmetçisi olan saraya yerleştirildim.

Ülkenin devlet başkanı, başbakanı, bakanları, mebusları ve her tür asker ve sivil örgüt liderleri elimi öperek biat ettiler. Ardından Mehdi, Yanılmaz Din Âlimi (Âyetullah), Halife, Ordu Baş Komutanlığı, Adalet Baş Yargıçlığı ve Ölümsüz Doğal Lider ünvanlarını takdim ettiler. Hayır diyemedim. Diyemezdim. Çünkü onların inancı ve duyu organlarının algıladıkları şeylerin aksine söylediğim her sözü delilik alameti olarak kabul ediyorlardı. Akıllı zannedilip sağ kalmak, deli damgası alıp öldürülmekten daha iyi idi.

Bu boyutta ölürsem sonuç nasıl olurdu bilmiyordum ve Aynalı Baba’ya da bu konuyu hiç sormamıştım. En iyisi soğan gözlü cinlerin dediklerini yapmaktı.

4. İLAHİYAT FAKÜLTESİNİ TEFTİŞ

Bir gün ilâhiyat fakültesini ziyarete gittim. Fakülte Başkanı, profesörler, eğitmenler, öğrenciler beni dünya gözüyle bir kez görmüş olmaktan dolayı yüce tanrıya çok şükrettiler. Bütün ilim, irfan ve kemâlâtın bende toplanmış olması, hakikati sadece benim bilebileceğim bir kez daha ilan edildi. Bana kısaca Sarı Şeytan Hazretleri diyorlardı.

Herkes, her cemaat, her tarikat, her mezhep kendi inançlarının doğru olduğuna inanıyor ve Sarı Şeytan Hazretleri’nin kendilerini doğrulayacağına çok kesin inanıyorlardı. Ne demeliydim? Ne yapmalıydım? Herkesin gönlünü nasıl almalıydım? Sadece bir grubu tastik etsem diğer yüzlerce grup beni deli ilan edip parçalardı. Hepiniz doğrusunuz desem hepsi deliliğime hükmederdi. Tam bir çıkmazdaydım.

O gün bitirme sınavları vardı. Ben baş köşeye oturtuldum. Okulun en zeki öğrencisi “Bibi” isimli soğan gözlü cin, sınav heyetinin önüne geldi. Heyet başkanı sordu:

“Tanrı âlemleri nasıl yarattı?”

Bibi cevapladı:

Tanrı âlemleri yaratmayı planladı ve planını da en büyük yardımcısı Beyaz Cin (ifrit) Hazretleri’ne verdi. Tantan isimli âlimin görüşüne göre; on beş bin sene evvel Beyaz Cin, altın semâda mor şeytanlarla birlikte oturmakta idi. . .

Sözün burasında dinleyiciler arasından aykırı bir ses itiraz etti:

“Üç bin yıldan beri bu yanlış görüşte ısrar ediyorsunuz. Beyaz Cin’in yanındaki şeytanlar mor değil açık mavi idi. Öğrenci benim görüşümü kasıtlı olarak çarpıtarak anlatıyor. Tantan benim.”

Fakülte başkanı ağırlığını koyarak;

“Efendi! Şimdi talebenin sınav sırasıdır. İtiraz vakti değildir. Başka bir zaman Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda âlimlerimizle sen de imtihan olunabilirsin ve dalalette olduğunu anlarsın” dedi.

Soğan gözlü cin Bibi devam etti:

“Mor şeytanlar Beyaz Cin’e son derece itaatli iseler de pek aptal şeyler olduklarından Beyaz Cin biraz daha zekî ve biraz daha akıllı mahluklar yaratmaya niyet etti. Aslında bu plan tanrının projesinde yoktu. Bunun için gökyüzünün süprüntüleri ile sekiz köşeli bir meydan yaptı. Boşluğa tükürdü bir deniz oldu. Meydanı denizin üstüne koydu. İşte bu bizim âlemimizdir. Lâkin deniz suyu dondu, âlem buzlarla doldu. Sonra bir kazan yapıp âlemi onun üstüne astı. Bu kazanı tükürüğüyle doldurup nefesiyle kazanı kaynattı. Âlem ısındı. Ondan sonra mor şeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra delip içini şişirdi. Bunları meydana salıverdi. İşte bunlar bizim atalarımızdır ve bizim akıl ve zekâmız bundan dolayı fazladır.”

İtirazcı âlim Tantan’ın sesi yine işitildi:

“Kazan, kazan! Bir kazan patırtısıdır gidiyor. Ey cinler siz hiç aklınızı çalıştırıp da tefekkür ettiniz mi? Kazanın kaç kulpu vardır? Kaç kulpundan nereye asılıdır? Ne ile asılıdır? Bunu bileniniz ve bu sırra ereniniz yoktur. Hey câhiller! . .”

Nihayet iki taraf şamataya başladı. Hepsi dört ayaklı olup zıplamaya koyuldular. Neredeyse bina çökecekti. Duruma devlet başkanı el koydu, bağırarak susturdu.

“Susun ey cinler. Sarı Şeytan Hazretleri zuhur eyleyip aramıza inmişken bu yaptığınız terbiyesizliktir. Haftaya sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda tartışalım ve o bize doğruyu ilân etsin”

Herkes elimi ziyaret ederek ayrıldı.

5. BÜYÜK HÜKÜM GÜNÜ

Bir hafta geçti. Ülkenin en büyük meydanında toplanıldı. En yüksek yere ben oturtuldum. Devlet başkanı benim himmetimle tartışmayı başlattı.

Ülke iki ana fikir çerçevesinde iki düşünceye ayrılmıştı. Bir kısmı dinde yenilik isteyen Protestanlar’dı ve âlim Tantan’ın liderliğinde toplanmışlardı. Diğeri de dinde statükoyu korumaya çalışan Ortodokslar ve liderleri Tonton.

Devlet desteği alan Tonton, devletin baskısı ile susturulan Tantan’a meydan okudu:

“Binlerce yıllık tecrübe ve araştırma sonucu elde edilen ilahî gerçeklere lüzumsuz yere karşı çıkıyorsun. Şimdi şarlatanlığın sona erecek. Bizim haklı olduğumuzu âleme duyurmak için yüce tanrımız ve Beyaz Cin şu anda aramızda bulunan Sarı Şeytan Hazretlerini göndermiş bulunuyor. Haydi bakalım nefsinden uydurma sözleri huzurda tekrar et!”

Tantan cevap verdi:

“Ey Tonton! Ben size her konuda itiraz etmiyorum. Lâkin siz ilericilik düşmanısınız. Araştırma yapmıyorsunuz. Öğrendiklerinizi genişletmiyorsunuz. Mesela Beyaz Cin’in yanındaki şeytanlara mor diyorsunuz.”

“Resullerimiz, evliyalarımız, âlimlerimiz ve üç bin yıldan beri atalarımız öyle diyor. Onlar yalan mı söyleyecekler.”

“Onlar amennâ ve saddaknâ doğru söylemişler. Fakat binlerce sene Beyaz Cin’in karşısında oturan şeytanların rengi başlangıçta mor olsa bile onun nurunun etkisiyle renklerinin şimdiye kadar açık maviye dönüşmüş olması gerekmez mi? Ey Tonton insaf et!”

“Olabilir! Lâkin bu aklî bir delildir. Bu konuda Beyaz Cin’den direk nakledilen bir mesaj delili ya da Beyaz Cin’in yanına çıkıp da gözüyle gören bir evliyanın delili yoktur.”

“Sen aklî delili nasıl kabul etmezsin. Beyaz Cin’in mesajı ve evliyanın keşfi yanında dinin üçüncü başvuru kaynağı olarak Aklî çıkarım da eklenmelidir. Şöyle ki; ateşin karşısına katı bir cisim bıraksak nihayet yumuşar. Hatta bazı cisimler erir. Demek ki mor şeytanlar da şimdiye kadar açık mavi olmuştur. Bu kesin delildir.”

“Olabilir sayın Tantan. Fakat akıl ile iman etmek hatadır, küfre götürür hatta sapıtır. Âdem isimli kalitesiz yaratık aklı ile hareket ettiği için sapıtmamış mıydı? Bizim atamız olan Beyaz Cin ise tanrının emrini aradaki perde engeli nedeniyle ters anladı aşk ve inatla emre sadık kaldı. Haksız yere de kovulmadı mıydı?”

“Sayın Tonton orada da yanılıyorsunuz. Emri ters anlayan kalitesiz yaratık Âdem idi. Ona ceza olarak da batmayan güneşin nurunu görememek cezası verilmişti. Her neyse sen söyle şimdi, kazanın kaç kulpu vardır?”

Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Cahilliğini gizlemek için de;

“Yüce tanrı, elçi cinler ve evliya cinler ve tanrının bilmesini istedikleri ancak bilir. Biz ise gayba iman ederiz. Kazanın saplarının sayısına burnumuzu sokmayız. Tanrı kaç sap yapacağını bize mi soracak” diyerek cevabı geçiştirdi.

Tantan ayağa kalkarak zafer kazanmış gibi bağırdı:

“Susun ey cahiller! Sizin bilemediğiniz bu evrensel gizemi ben keşfettim. O gök yüzündeki büyük kazanın tam yedi yüz altmış sekiz buçuk adet kulpu vardır.”

Bu saçmalıklara daha fazla dayanamadım. Güneşe kazan, gezegene meydan, denizlere tükürük, kazanın kaç kulpu olduğunu bilmeye de ilim ve irfan sırları demeleri beni yine gülme krizine soktu. Çok şiddetli ani bir kahkaha daha patlattım. Benim gülme sesimi kulak yapıları nedeniyle tanrısal bir “sayha” (kulakları sağır eden ses patlaması) şeklinde duyan soğan gözlü cinler toplu olarak dört ayak üzerinde zıplayarak ibadetlerine başladılar.

Duydukları ses onların bin yıldan beri bekledikleri tanrının mesajı imiş. Devlet desteğindeki Tonton ve Ortodoks cinler haklı sayıldılar. Tantan ve Protestanlar iman tazeleyip hakikate tabi oldular.

Kendimdeki bir âlemden yine kendimdeki dünya âlemine nâzil olup (boyut değiştirip) tek zamanda ve tek mekanda, tek beden ve tek bilinçle yeniden var olduğumda hâlâ gülüyordum.

Aynalı Baba âlim ve câhil kavramlarına işaret eden bir konuşma yaptı.

“Bilim ve fen bugünkü ulaştığı seviye ile

hakikati ancak Tantan örneği kadar açıklayabiliyor.

Ben de bilimsel keşifleri din ve tasavvuf adına açıklasam

yüz yıl sonrakilerin gözünde Tonton gibi kalırım.

Hakikat bir bahr-i ummandır (sonsuz deniz) ki

her ne desem yalan olur.

Sonsuza kadar hakikati

ne bir Kâmil ne bir câhil ne de fen

açıklamaktan âciz kalacaktır.

Her yüzyıla göre

bir önceki yüzyılın medeniyeti

soğan gözlü cinlerin uygarlığı misali gibi kalacaktır.

Ey kendisinden başka varlık olmasından münezzeh olan

‘Allah’

biz sana;

ne salat ile (namaz)

ne savm ile (oruç)

ne Hac ile

ne zekat ile

ne de başka din ibadetleri ile hamd etmekten aciziz.

Ben, seni, senin kendini hamd etmen gibi hamd edemem”

diyerek elleri ve ayakları üzerinde zıplamaya başladı. Durdu ve “Bizim onlardan ne farkımız var ki”deyince ben de hem daha ziyade gülmeye hem de ellerim ve ayaklarım üzerinde Aynalı’dan daha da yukarılara zıplamaya başladım.

Not: Merhum Üstâd Filibeli Ahmed, Aynalı Baba ile olan bu mülakatlarını 1900 yıllarının başlarında yaşamıştır. Filibeli, o dönemin üniversitesinde (Dârul Fünun) felsefe derslerine giren tahsilli bir aydındır. Avrupa ve Amerika’daki yeni ışık, atom, astronomi keşiflerinden ve çağdaş modern bilim teorilerinden haberdardır. Görecelilik teorileri (izafiyet nazariyeleri) henüz emekleme aşamasındadır. Döneminin zor şartlarında, henüz yeni başlayan modern bilimlere dayanarak çağının çok üstünde değerlendirmeler yapabilmiştir. Elbette ki onun eksik olan bir yönünü de efsane mi gerçek mi çok net belli olmayan Aynalı Baba tamamlamıştır.

Aynalı Baba’nın 19. yy. başlarında İstanbul Karaca Ahmet mezarlığında yaşayan ve meczup gibi görünen bir ‘ârif’ olduğunu merhum Haluk Nurbaki bir sohbetinde bahsetmektedir. Bu konuda daha teferruatlı bilgi için <aynalı baba haluk nurbaki> yazarak arama motorundan internet sitelerindeki bilgilere ulaşabilirsiniz ya da BURAYI TIKLAYINIZ…

RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

Yorumlayan ve özetleyen:
Kemal Gökdoğan
www.yorumsuzblog.net.tc

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: