Amak-ı Hayal 6.Bölüm

Amak-ı Hayal Bölümler;

1.Bölüm    2.Bölüm   3.Bölüm   4.Bölüm    5.Bölüm    6. Bölüm    7. Bölüm     8. Bölüm    9. Bölüm    10. Bölüm   11. Bölüm    12. Bölüm    13. Bölüm    14. Bölüm     15.Bölüm 

beşinci gün
AZAMET SAHASI
kutsal bilgelik
1. AYASOFYA

Allah’ın
ilâhi ilim ve kudreti
gökleri ve yeri kaplamıştır.
Onların gözetilmesi O’na ağır gelmez.
O yücedir, büyüktür.
Bakara Suresi, ayet: 255

Bu gün de yine Aynalı Baba’nın kulübesindeydim. Dünün muhasebesini yapıyordum.
Dün göremediğimiz bir boyutun, göremediğimiz bilinçli birimleriyle yıllarca yaşamıştım..

Aynı anda iki ayrı boyutta iki ayrı zamanı tam anlamıyla yaşamak mümkün müydü?

Eski Râci olduğum günlerde mümkün olmadığına, saçmalık ya da delilik olduğuna hükmederdim.

“Allah’ın kudretiyle mümkündür”

cevabını ise çok ucuz bulduğum için asla kabul etmezdim.

Allah’ın kudretinin oradaki hikmetinin nasıl oluştuğunu araştırırdım.

An içinde yılları, yüzyılları, bin, milyon, milyar ve sonsuza kadar devam edecek zaman akışını yaşamak nasıldı? Henüz cevabını tam anlayamamıştım. Aynalı, aklımdan geçenleri okumuş gibi suallerimin cevaplarını sıralamaya başladı.

Her varlığın akıl ve beden hızı farklıdır. Ben Çin’den bir bardak su alıp gelmek için buradan altı ay gidiş için, altı ay da dönüş için yürümem gerekir. Bir yılda bir bardak suyu ancak getiririm… Bir kaplumbağayı göndersek o zavallı hayvan altmış yılda gider altmış yılda da döner, eder yüz yirmi yıl… Şimşek (ışık) hızıyla hareket eden bir varlığı göndersek gidip geldiğini dahi göremeyiz, hâlâ gözümüzün önünde durduğunu zannederiz, halbuki o gitmiş gelmiştir.

Süleyman Nebî’nin Belkıs’ın tahtını nasıl getirdiğini düşün.

Aslında zaman yoktur, sadece hareket vardır ve biz hareketin hız ölçüsüne zaman diyoruz. Allah indindeki zamansızlığa (dehr’e) “an” diyoruz. Hareket “an” içindedir.

Kaplumbağanın gidiş gelişinde dünya güneşin etrafında yüz yirmi kez dönmüştür. Bende bir kez dönmüştür. Şimşek hızlıda ise dünya bir milim gidebilmiştir.

Âlemlerde kaplumbağadan milyarlarca kez daha yavaş varlıklar olduğu gibi, şimşekten de milyarlarca kez daha hızlı varlıklar da vardır.

Soğan gözlü canların hızı şimşeğe yakındır. Onun için sen de o âlemin şartlarına göre hızlandın ve birkaç dakikada birkaç yıllık hareketi yaparak geri döndün.

Bize göre soğan gözlüler “cin”dir, onlara göre de “âdemler” cindir.

Her şey her şeye göredir.

Zaman bunun için göreceli gibi gelir.

Aslında görecelilik zamanda değil, hızdadır.

Aynalı’nın bu açıklaması aklıma ve ruhuma öyle bir sükûnetle karışık uyku hâli verdi ki isli cezvenin mis gibi yanık kokulu kahvesini zor içtim. Gözlerim kapanmıştı. Fakat aklım hâlâ açıktı. Kendimi Ayasofya’nın minaresinde ezan okumaya hazırlanıyor buldum.

Ayasofya “kutsal bilgi” demekti. Minâre “elif” demekti. Ayasofya batıda gelişen fenni, minare de doğuda gelişen hikmeti temsil ediyordu. Bu iki ilim aynı beyinde cem olunca hakikat güneşi kalbi daha çok aydınlatacaktı.

Aynalı’nın ilim ve irfan kokan sohbetini aklımdan geçirdiğim anda “Allâhû Ekber!” diyerek başladım ezan okumaya. Sabahın alaca karanlığında büyük bir kuş beni minareden kaparak havalandı.

2. “UZAYIM” IN BOYUTLARI

Bir anda dünya aşağılarda mavi boncuk kadar küçülünce “Ey kuş sen nesin, necisin? Beni nereye götürüyorsun?” dedim. Kuş bana hal lisanıyla seslendi. “Ben Simurg ve Anka’yım. Sen bana ‘insan-ı kâmil’in bilinci (şuuru) diyebilirsin. Senin bilincin hatıra binâen geçici olarak kâmil nefs sırrına yükseldi. Sen Simurg ve Ankâ oldun ve kendi mekânsal boyutlarını seyahate çıktın.”

Demek ki ben başka bir şeye binmemiş yine kendi üst bilincimin üstüne binerek âlemlerimin sırrını seyre çıkmıştım. Simurg ve Anka da ben imişim, içinde gezdiğim uzay da ben imişim.

Kendi hakikatimde Hirâ Nur Dağı’nda Hz. Muhammed a. s.’ın duyduğu haşyeti yaşadım. Haşyet ve hayretimden yarım kalan ezanı sonsuz uzayda okudum.

Anka kuşu, “Üzerimde her türlü ihtiyacını karşılayacak sistem var. Ayrıca arkamda elli bin yıllık ihtiyacımızı karşılayacak elli tane daha Anka kuşu var” dedi. Kuşun sırtı adeta saray gibiydi. Biraz dolaştım. Tüm sevdiğim şeyler sarayın odalarında mevcuttu. Çay, kahve, ispirto ocağı, yatak ve diğer teşkilat tamamdı. Her şey istediğim gibi ve en mükemmeliydi. Anka ben kendim olduğuma göre, dünya boyutunda hafıza bankama yüklediğim her şeyi bu boyuta aktarmıştım. Şimdi de onları en mükemmel halleriyle kullanacaktım. Ahiretin ve cennetin sırlarından birisi de bu olmalıydı ve zatımızın “Hâlık” özelliği her an faaliyetteydi.

Bu tefekkür içindeyken sayılamayacak kadar çok uzayda bir yörüngede akıp giden taşların içine girmişiz. Bir tanesini elime aldım ve lisan-ı hal ile dertleşmeye başladık. Bana dedi ki:

“Ah, ah! Sorma halimi. Ben bir yolcuyum. Biraz evvel bir kulun vücunda zerreler halinde bulunuyor idim. O âlemin büyük kıyameti “Allahu Ekber” sesiyle birlikte koptu ve bizler o âlemde yok olduk bu âlemde taş olarak tekrar var olduk. Kâmil kulun varlığı da bu âleme yükseldi. Şimdi ben yine onun vücudundayım. Benim kaderim sürekli var olmak, yok olmak ve tekrar var olmak. Gördüğün şu sonsuz uzay o kâmil kulun sonsuz boyutlarından bir boyuttur. Bu var oluş ve yok oluşların ne başı var ne de sonu var.”

Taşı elimden bıraktım. O taşta sonsuz sayıda zere vardı. Zerrelerin taştan, taşın zerrelerden haberi yoktu. İşin en tuhaf tarafı zerreler ve taşlar benim vücudumu oluşturan cüzlerdi. Cüzler külli halleri olan Ahmed Râci’yi tanımıyorlardı. Kendimi tanıtsam ve ben senim, sen de bensin desem anlamazdı.

Kendi özelliklerimde afâkî seyir sırrı beynimi çok yormuştu. Biraz uyudum. Uyanınca Mars (eski adı Merih) gezegenine gelmiştim. İçinde bulunduğum boyutun var oluş sistemine göre Mars canlı varlıklar ve eserleriyle doluydu. Beş duyulu bedensel boyutta buraya gelseydim taş ve topraktan başka bir şey göremezdim.

Mars’da mevcut olan bu boyutun canlıları birbirine zarar vermeden yaşıyorlardı. Zararlı ve gereksiz hiçbir şey yoktu. Evlerde yaşayan canlıları ise insana benziyordu fakat organları daha fazlaydı.

Kuş dedi ki: “Mars’lıların şekli insana benziyor fakat insanlığın bir alt boyunda oldukları için tam Âdem şekline sahip değiller. Eksik yönleri var. Eksik yönleri nefislerindeki emmare sıfatıdır. O olmayınca nefsi eğitmek ve varlığın hakikati içinde böylece terakki etmek imkanları da yok.”

Kuşun açıklamasını dinledikten sonra emmare nefsime o ana kadar boşu boşuna kızdığımı anladım. Melek gibi emmaresiz olmak istemişimdir. Meğer ki bizi kemâlâta taşıyan o emmarenin terbiyesiymiş. İnsanın da en büyük sırı en çirkin görünen emmare nefs özelliğinde gizli bir hazine imiş. O andan itibaren emmare nefsin nasıl bir nimet olduğunu anladım. Eğitilirse en yükseğe çıkaran, eğitilmezse en aşağıya indiren bir “Burak” imiş emmare nefs.

Her seferinde olduğu gibi a’mak-ı hayaldeki bu seyahatimden de ayılacak ve eski nefs mertebeme inecektim. Şu anda Aynalı’nın Kâmil nefs özellikleriyle emâneten donanmıştım. Fakat hiçbir şey bedava değildi. Bu mertebeye kendi gayretimle tırmanıp kendi emmare nefsimi kâmil nefse dönüştürmeliydim. O iş de ancak dünya yaşamında sınırlı ömrümüzde yaşayacağımız tek şansımızdı.

Bu düşünceler içinde Jüpiter’e geldik. Sıcak bir ortamdı ve yine bu boyutun özel bitkileriyle kaplıydı. Dünya boyutuna göre ise bitkisiz sadece ateş topu gibi olmalıydı. Burada fazla durmadık geçtik. Hızla güneş sisteminin en son mahallesinin en son gezegenine geldik. Soğuktu. Öldürücü ve yok edici soğukta dahi özel boyutunun özel yaşam katmanları vardı.

Evrendeki her gezegenin sonsuz sayıda boyutu ve her boyutunun kendine has yaşamları vardı.

Dünya da aynıydı. Dünyada dahi sonsuz semâlar yani boyutlar mevcut, her boyutun da hususi hayat tabakası mevcuttu. Bu neden böyledir diye kendi kendime sorunca cevap yine kendiliğinden geldi.

Tek gerçek Ahad’dır. Ahad’ın sayısız ve sonsuz boyutu mevcuttur. Her boyut başka boyutun zıttıdır. Boyutlar birbirini tanımaz, asla karışmaz ve ayrılmaz. Tek ayrı, boyutları ayrı değildir. Eğer öyle olsaydı, tek artı ve tek’in boyutları olur ve ikilik olurdu. Kendi kendime bu nasıl hesaptır, bu ne içinden çıkılmaz hakikattır dedim ve hesap defterini kapattım ki akıl tası çatlamasın.

3. İKİ GÜNEŞLİ SİSTEM

Yirmi beş bin yıl daha gittik. İki güneşli bir uzay mahallesine geldik. Güneşlerin alevleri uzayda gezen yılanlara benziyordu. Öyle yılanlar ki uzunlukları binlerce yıl yoldu. Yakıcı ve yok ediciydiler.

Kuş dedi ki:

“Şu anda

nefsinin iki özelliğini

iki ayrı güneş olarak seyrediyorsun.

Birisi Nefs-i emmâre güneşi diğeri de Nefs-i kâmile güneşi.

Kızıl renkli olan emmâredir. Alevleri de bitmek tükenmek bilmeyen uzun isteklerdir ve kendi kendini yiyip bitirmektedir.

Beyaz renkli olan güneş de kâmiledir. Beyaz alevleri de yine bitmek tükenmek bilmeyen istekleridir fakat ilim ve irfan öğrenmenin bitimsiz alevleridir.

İlim ve irfan öğrenmenin de sonu yoktur ve bu hırs da insanı sonsuza kadar

‘aşk’ ile yakar kavurur.”

Güneşlerin ve galaksilerin sonu yoktu. Sonsuza kadar gitsek yine sonu yoktu. Çünkü uzay (evrenler ve boyutlar) Allah’ın sonsuz ilminin mânâlarıydı. İlmin sonu varsa uzayın da sonu vardı. İlmin sonu yoksa uzayın da sonu yoktu.

Yolculuktan sıkılmıştım. Git git hep aynı sistemdi. Her şey zâhirde farklı ama bâtında aynı idi. Hem dönüş için yirmi beş bin yıllık (ışık yılı kastediliyor) yiyeceğimiz vardı. Hemen dönmezsek açlıktan ölebilirdim. Bir an devam etmeyi, ölmeyi göze almak istedim. Düşüncenin ve alemlerin sonuna yani Sidretü’l Münteha’ya ulaşabilir miydim?

Düşüncenin ve âlemlerin Sidretü’l-müntehâ’sı neredeydi? Elbette ki âlemlerin ve düşüncenin bittiği son noktadaydı. Âlemler de düşünceler de Allah ilminin mânâ helezonları değil miydi? Demek ki son nokta uzayda ve düşüncede değildi. Son, ilk olan Hak idi. İnsan da Hak’ka vasıl olursa “Sidretü’l Müntehâ”nın “kendisi” olduğu sırrını anlayacaktı.

Kuşa; sıkıldım, dönelim artık, dedim. Kuş; henüz Kaf Dağı denilen sonsuzluğumun sonsuzda birini dahi gezemediğimizi söyleyerek dönüşe başladı, yirmi beş bin yıl sonra beni aldığı noktaya yaklaştırdı.

Minareye ayaklarımın üzerine inmek için hazırlandım. Gözlerimi açınca kendimi ayaklarımın üzerinde kavuklu zatın mermer mezarı yanında kaskatı vaziyette dikeliyor buldum. “Kaf Dağı’ndan geldim mi?” demişim. Aynalı gülerek:

“Sen Kaf Dağı’na gitmedin ki gelesin. Kaf Dağı zaten sensin! Başkası değilsin ki kendini bulasın. Sen hep aynısın. Kendinden kendine gidememeye ve kendinden kendine gelememeye mahkumsun. Senin sırrın gidememek ve gelememektir” diyerek kahve fincanımı doldurdu ve konuşmaya devam etti.

“Zerre de aynı, küre de aynı mayadan. Pire de aynı, deve de aynı mayadan. Cüz de aynı, kül de aynı mayadan. Ha alemi gezmişsin, ha zerreyi gezmişsin, hepsi de boş. Gezdiğin yer aynı yer. Aynıyı değişik manalarla seyretmek gerçekten ârifi sıkar. Hele kahveni iç!”

dedi ve bir şiir okuyup beni evime uğurladı.

Ey vahdet! Bahri-i bî pâyân! Sensin mevce-zen!

Kesret-i emvac içinde rûhüma sensin yine,

Bin isim, yüz bin çeşit vermiş isen de kendine,

Her ne dense, âsüman, eflâk, ervâh-ı beden,

Yalnız sensin sen!

. . .

Ey teklik sırına halife insan! Sen sonu olmayan denizsin. Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine binlerce görünüş ve şahsiyet vermiş isen de, canlı cansız her ne varsa

yalnız sensin sen!

RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

Yorumlayan ve özetleyen:
Kemal Gökdoğan
www.yorumsuzblog.net.tc

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: