Amak-ı Hayal 7.Bölüm

Amak-ı Hayal Bölümler;

1.Bölüm    2.Bölüm   3.Bölüm   4.Bölüm    5.Bölüm    6. Bölüm    7. Bölüm     8. Bölüm    9. Bölüm    10. Bölüm   11. Bölüm    12. Bölüm    13. Bölüm    14. Bölüm     15.Bölüm 

altıncı gün
KAF VE ANKA
yedi başlı ejderin sorusu
1. DÜNÜN MUHASEBESİ

Dün sabahki kahve aleminden sonra Aynalı beni eve uğurlarken, “Yatsı namazını bizim şatoda ikâme edelim evlât” demişti. Kulübeye ilk defa şato diyordu.

Beşinci gün çift mesai yapacaktım, sabah seyahatinden sonra bir de akşam seyahati olacaktı. Akşamı sabırsızlıkla bekledim. Akşam namazından sonra hava kararır kararmaz hemen mezarlığa gittim.

Aysız bir geceydi. Gökyüzünde yıldızlar ve Samanyolu çok net görünüyordu. Zifiri karanlık mezarlıkta, Aynalı Baba, kahve pişirecek kadar ateş yaktı. Sırtlarımızı çam ağaçlarına dayadık ve kahvelerimizi içmeye başladık.

Gecenin sesizliği, mezarlığın sükûneti, hafif rüzgârın ağaçlarda çıkardığı tatlı uğultu, cırcır böceklerinin bitmek tükenmek bilmeyen şarkıları, çalı-çırpı ateşinin acı duman kokusu ve Aynalı Baba’nın ‘şato’sunun huzurlu bahçesi benliğimi esir etmişti. İsli cezve kahvesini içerken uyuklayacağımı ve a’mak-ı hayale dalacağımı zannediyordum. Tam aksine acı kahveyi içtikçe gözlerim iyice açıldı.

Uyumuyordum ama başımda müthiş derecede bir dönme vardı. Âdeta alkol almış gibi sarhoşluk haline girmiştim. Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi unuttum. Kendimi orta çağ Avrupa’sında bir şato bahçesinde buldum. Muazzam büyüklükte bir şatom vardı ve ben bir lord idim. Bir şeye çok kızmıştım ama neye kızdığımı bilmiyordum.

Müneccim başını çağırttım. Sivri külahlı müneccim cüppesiyle gelip önümde eğilerek “Emredin lordum” dedi. Müneccimin yüzünü görünce neye kızdığımı hatırladım ve düşünce suçunu yüzüne okudum:

“Duyduğuma göre dünyanın yuvarlak bir top gibi olduğunu iddia ediyormuşsun. Bir de döndüğünü söylemişsin. Ay, güneş ve yıldızların dünyanın etrafında dönmediğini de etrafa yayıyormuşsun. Tanrı’nın yarattığı sınırlı evrene Tanrı gibi sınırsızdır demişsin. Tanrıdan başka her şey sınırlı ve sonludur. Sen bunu nasıl inkâr edersin? Kilisenin bilimsel öğretilerine nasıl bid’at karıştırırsın?. . Ben seni saçmalaman için mi besliyorum? ”

Celladı çağırdım, “Uçurun şunun başını” diye bağırdım. Müneccim hiç ses çıkarmadan tam bir kahraman gibi başını kütüğe uzattı ve balta havaya kalkıp indiğinde burnuma taze kan kokusu geldi.

Uyumadığım halde uyandığımı hissettim. Başımın dönmesi geçmişti. Burnum kanıyordu. Mendilimle sildim. Aynalı Baba’nın başında biraz önce başını kestirdiğim müneccimin sivri külahı vardı. Ben “hayalin derinlikleri”nde iken başına geçirmiş olmalıydı.

“Erken öten horozun başını keserler nûrum” dedi ve sustu.

O gece başka bir şey söylemedi. Açıklama yapmasına da gerek yoktu. “Ârif isen anla” der gibi yüzüme bakıyordu. Evrenin derinliklerine yaptığımız seyahatte ancak aklımın alabileceği kadar kozmos sırlarını açtığını, gerisini ise zamanın ve bilim adamlarının açıklayabileceğini ifade etmek istiyordu. Zahiri bilimlerde sûfiler keşiflerini âdetullah (Allah’ın sistemi) gereği gizlemek zorundaydılar. Çünkü âdetullah’da hiçbir şey aklı ve bedeni çalıştırmadan elde edilemezdi. Bu nedenle Resuller ve Velîler, kozmik gerçekleri ancak hikaye ve işâretlerle mecâzî anlatım yöntemiyle ifade etmişlerdir. Ben de evren hakkındaki bilgimde zamanımın akıl ve bilim düzeyi ile yetinmek zorundaydım.

Vakit bir hayli ilerlemişti. Aynalı Baba beni mezarlığın kapısına kadar uğurladı “İyi geceler Lord’um” dedi ve döndü gitti.

Bu idam sahnesi dün sabahki evrensel gezimizin değerlendirmesi olmuştu.

Eve gelmiş ve annemin mutlu bakışları altında uyumuştum.

2. KERVAN NEREYE GİDİYOR?

Bu sabah yine mezarlıktayım.

Dışı isli, içi kalaylı bakır cezvenin kahvesinden henüz bir yudum almıştım ki duyduğum şiddetli çığlıkların gürültüsüyle ayağa fırladım. Yine Hindistan’da bir şehzâde idim. Yaşlı bilgeyi çağırdım, Bilge geldi. Çığlıkların sebebini sordum. Derin bir ah çekerek cevapladı:

“Sayın kutsal Şehzadem. Çok eski zamandan beri ülkemize yedi başlı bir ejderha musallat olmuştur. Her yedi yılda bir gelir ve halkı meydanda toplar. ‘Bu kervan nereden geliyor ve nereye gidiyor’ diye sorar. Kimse cevap veremez. Bunun üzerine ceza olarak yedi genç kızı ve yedi delikanlıyı kurban olarak yutar; ‘Yedi sene sonra tekrar geleceğim. Sualime yine cevap alamazsam kurbanlarımı hazır tutun. Sualimin cevabını da Kaf Dağı’ndaki Anka’dan öğrenirseniz sizi bağışlarım’ der ve kaybolur. Bu gün sual günüdür. Çığlıklar da seçilen kurbanların akrabalarının feryatlarıdır.”

İçimde aniden kahramanlık duygusu yükseldi. O an Kaf Dağı’na gidip sualin cevabını alıp gelmeye ve ülkemi ejderha canavarından kurtarmaya karar verdim. Padişah babam ve sultan annem gözyaşlarına boğulup yalvardılarsa da hiç kimseyi dinlemedim. Hemen yola çıktım.

Halk elimi eteğimi öperek beni surların dışına kadar uğurladılar. Yanıma yaşlı bilgenin oğlu yiğit Bahadır’ı da almıştım. Yaşlı bilge bize Himalaya dağlarının eteğinde inzivaya çekilmiş aksakallı bir münzeviye gitmemizi, Kaf Dağı’nın ve Anka’nın yerini ancak onun bildiğini söyledi.

Birkaç yıl Himalaya dağlarında aksakallı bilgeyi aradık sonunda bulduk. Daha oturmadan hikâyemi anlattım. Hiç cevap vermedi. Hiç merhamet göstermedi. Bahadır ile bir yıl her türlü hizmetini yaptık. Saygı ve edebimizle gözüne girdik. İlk defa ağzını açtı ve bize;

Ey kahraman fakat akılsız insanlar.

Hepiniz renkli bir hayal aleminde yaşıyorsunuz, fakat farkında değilsiniz.

O ejderhayı sizlerin ahmaklığınızdan doğan düşünce dumanları yaratıyor.

Akılsızlık ve ahmaklıktan ayılsanız, ilim ve irfanla kafanızı doldursanız, hayal âleminin ejderlerinden kurtulursunuz.

Her yedi yılda bir biraz ayılır gibi olup

‘ben nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?’

diye düşünüyorsunuz.

Fakat bu düşünce sizi rahatsız edince yine gafleti tercih ediyorsunuz.

Ama dünyanın düzeni bu.

Her zaman akılsızlığın ve ahmaklığın dumanı birkaç uyanığın gerçek âlemini görünmez kılar.

Hırsınız dünya olmuş, cehaletiniz ejderha.

Kendi dünyanızda kendi ejderhanıza yutuluyorsunuz” dedi.

İçimden sabırsızlanıyordum. Aksakallı bilgeyi boğasım geliyordu. Biz can derdindeydik, o felsefe yapmak derdindeydi. Belki bir ipucu yakalarım ümidiyle edebimi bozmadan dinlemeye o da konuşmaya devam etti:

“Oğlum biz her ne kadar bilgeysek de Kaf Dağı’nın nerede olduğunu bilmeyiz. Şimdi siz buradan yedi ay uzaktaki Milest şehrine gidiniz. Orada bir kuyu var. Ağzındaki taş kapak bazen kendiliğinden açılır. Şansınız yaver giderse size de açılırsa içine gir. Kuyunun dibinde bir saray vardır. O sarayın içinde durup dinlenmeden her odasını ara. Bir köşede mermer sandık içinde bir levha vardır. Onu bulursan üzerini oku belki sualin cevabı odur.”

Zoraki de olsa sabrım sayesinde bir ipucu daha yakalamıştım. Ak sakallının elini öperek hemen yola çıktık. Bir yıl sonra Milest şehrini ve kuyuyu bulduk. Ama taş kapak açılmıyordu ve elle açmak da mümkün değildi. Günlerce orada bekledik. Yedinci gün bir bilge daha gelip kuyunun başına oturdu. Kendisine bir yıl hizmet edersek kapağın açılış şifresini öğreteceğini söyledi. Bahadırla bir yıl da ona hizmet ettik.

İçimiz yine hırstan kaynıyordu. Eli boş ihtiyarların maskarası olmuştuk sanki. Amacımız uğruna saygıda kusur etmeden zahiren hizmet ettik. Nihayet aksakallı bir yıl dolunca konuşmaya başladı.

“Ey kahraman fakat düşüncesiz insanlar.

Buralara kadar boşuna gelmişsiniz.

Şu dışarıda zannettiğiniz dipsiz kuyunun aslı, aslında, sizin kafanızın içindedir.

Ağır taş da düşünmenizi engelleyen günlük yaşamın çıldırtıcı hengâmeleridir.

Ağır düşünce blokajından kurtulup da kendi kuyunuza girmeyi becerebilseniz, kafanızın içindeki yüz bin odalı ilim ve irfan odalarını gezebilseniz, şimdi buralarda rezil olmazdınız.

Aradığınız cevap da yine kafanızın içindeki levhalarda yazılıdır. Ama siz okumayı nereden bileceksiniz”

dedi ve kuyunun başından kalktı gitti.

Kuyu başında Bahadır’la üzüntü ve kandırılmışlıktan dolayı yığılıp kalmıştık. İhtiyar bizi bir yıl köle gibi kullanmış ve kaçıp gitmişti. Kafamın içinde nasıl bir kuyu var diye düşünmeye başlar başlamaz, dışarıdaki kuyunun da ağır taş kapağı açılmaya başladı. Şifre benim aklımı çalıştırmamla, tefekkür boyutuna girmemle ilgili olmalıydı. Birkaç saatlik tefekkür halinden sonra taşın tamamen açıldığını gördüm.

Aslında iki seçeneğim vardı. Ya özümdeki derin boyutlara yönelip ejderhanın suallerine cevap alacaktım ya da dışımdaki şu anda önümde duran kuyuya girip cevapları bulacaktım. İkisinden de alacağım cevaplar aynı olmalıydı.

İçimdeki kuyulara girmekten korktum. Çünkü içim dış evrenden çok daha fazla girdaplıydı. Girdapların birisinden kurtulsam diğerine yakalanırdım. Dış evrende ise her girdabın birkaç çıkışı vardı ve dışımdaki kuyuya girmeye karar verdim.

Kuyunun dibine indim. Sarayı buldum her odasını aradım. Mermer sandığı bulup levhayı aldım ve dışarı çıktım.

Levhada iki gazel (bir tür divan şiiri) yazıyordu. Levhayı elime aldım ve okudum.

3. SIRRIMDAN BANA HİTÂB

Matla-ı şems-i hüviyyet menşe-i ekvan benim,

Menba-ı ma’nâ’yi kesret mahzen-i ebdan benim.

Hakikat güneşinin doğduğu, var oluşun kaynağı Ben’im. Var oluşun sonsuz çokluğu benim tek’liğimin yankılanmalarıdır. Varlığınızda var olan tek hazine Ben’im.

Ben O’yum ki; kendi emrimden yarattım âlemi,

Hep şüûnumdur bu mevcud, dehr-i bî pâyan benim.

Algılayabildiğiniz ve algılayamadığınız sonsuz âlemler tüm boyutlarıyla Ben’im sanal varsayımlarımdır. Başı, ortası ve sonu “olmayan zaman” Ben’im.

Ben O’yum ki lâ-mekânım, lâ-zamanım, lâ-kuyud,

Her zamandan, her mekandan müncelî imkân Ben’im.

Ben’de zaman ve mekân yoktur, Ben’de olmayınca Siz’de olur mu?

Ben’i, benden başka bilecek, tekliğimi yalanlayacak olan mevcut değildir. Kayıtsızlığım, bağımsızlığım ve özgür iradem bu anlamdadır. Her olay ve oluşta Ben’den başka var olabilecek yoktur.

Arş ben’im, Kürsî Ben’im, âsûmân-ı seb’a ben’im,

Madde vü-cevher-ü unsur, câmid-i hayvan Ben’im.

Varlığın sınırı ben’im. Beşeri düşünce boyutunun bittiği sınır ben’im. Varlık boyutlarının, nefs boyutlarının tek hakikati ben’im.

Madde olarak algılanan, öz olarak bilinen, cansız-şuursuz görünen, canlı olup da düşüncesiz gibi davranan yine ben’im.

Nûr-i mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-i ıtlak-ı Nûn,

Hem rûhum, hem melâik, Âdem’im, insan Ben’im.

Ben ve Ben’den başka bir şey olmayan varlık tek hakikattir.

Kün’deki (ol emrindeki) nun harfinin noktası Ben’im.

Nokta; tek’liğimin ve Çok’luğumun imzasıdır.

Ruh, melekler, Âdem ve insan benim en muazzam sırlarımdır. Ben onların bilinmesi ile zâhirim.

Ben O zât-ı mutlakım ki; vasf-u fi’limle ıyan.

Ey!.. Hâlık-ı zi-şan Ben’im, Rahman Ben’im.

Var oluş ve var oluşlar Ben’im zâtımdır (hakikatimdir, özümdür).

Ben’den başka da zât yoktur.

Zâtımın görünüşü “oluşlar”dır.

Ey Hak’kı arayan! Şanlı ve şerefli yaratıcı ben’im. Yaratışımdaki şan ve şeref tekliğimden dolayıdır, başkalarına göre değil.

Varlık Rahman özelliğimden başka bir şey değildir.

4. BENDEN SIRRIMA CEVAP

Ben O’yum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretin,

Ben O’yum ki benliğimden zâhir olmuş vahdetin.

Kendimi bir nokta zannediyorum,

fakat bir nokta’nın sonsuzluğun ve kudretin tam bir tecellisi olduğunu da biliyorum.

Nokta olan benim bilincim,

sonsuz çokluğun ve sonsuz zıtların

sadece mânâ çokluğu olduğunu bilmektedir.

Bu sırra dayanarak ‘vahdet ilmi’ vardır diyebiliyorum.

Farzedersem benliğim senden cüdâdır ey vücûd,

Vehm-i mahzım, hiç vücudu var mı ma’dumiyetin.

“Ben” dediğim varlığımı

sınırsız ve sonsuz tek varlıktan başka bir şey zannedersem

bu sırf bir hayal olur.

Asla var olmamış yokluğun

asla varlığı olmaz.

Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç,

“Fakru fahri” eldedir ferman-ı vahdaniyetin.

“Ben” öyle bir yokluğum ki,

bedenim ve ruhum ve bilincim dahi mevcut değildir.

Eğer bedenim, ruhum ve bilincim olsaydı onlar “senin” olurdu

ve “ben” de bir fakir olurdum.

Ama, maalesef ki fakir olabilecek kadar dahi bir varlığım mevcut değil.

Bu durumda fakir de olamıyorum.

Hiç de olamıyorum.

Resulullah a.s.’ın “Yokluğumla iftihar ederim” sözünü,

O’nun tevazu icabı “ben yokum” demesi gibi anlama!

O söz

kendisinden başkası olmayanın

“Siz yoksunuz var olan ben’im” fermanından başka bir şey değildir.

Arş-ü kürsî, arz-ü eflâk hep senin emrinle var,

Suhf-i ekvan dest-i takdîrinle mektup âyetin.

Arş (sınırsız üst bilinc)

ve

kürsî (fiziksel evren bilinci)

ve

yeryüzü (insanın bedeni)

ve

gökler (insanın düşünce gücünde açılan sonsuz esmâ boyutu)

tek nokta olan tek varlığın emr’idir, ilmidir.

(Suhf-i ekvân/“varlık boyutları”),

bir kitabın sayfaları gibidir ve sayfaların toplamına kitap denir.

Harfler heceleri, heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri,

cümleler paragrafları, paragraflar sayfaları, sayfalar bölümleri,

bölümler de kitabı oluşturur.

Her aşama aynı varlığın farklı mânâlarının tecelligâhıdır.

Tüm mânâlar tek mânâ olan “Allah” ismi ile işaret olunandır.

Kitapta kaç tane âyet var?

Saymaya ihtiyaç ve lüzum var mı?

Kitapta bir tek âyet var.

Onu dilediğin mânâ formatlarıyla dilediğin sayıya kadar adetlendirebilirsin.

Ama okumayı bilenler

her çağda

sadece

“bir âyet” okur.

Sen o zât-i bî-nişansın, lâ-mekânsın bî zaman,

Her ne varsa fi’l-ü evsâfın, kemâl-i kudretin.

Sen,

senden başka varlık olmadığı için “bilinemeyensin”.

Sen,

senden başka varlık olmadığı için “mekân” yaratmayansın.

Sen,

senden başka varlık olmadığı için “zaman” yaratmayansın.

Bundan dolayı sana kulluk edecek bir mekanın ve zamanın olmasından “münezzehsin”.

Zaman, mekan ve varlık olarak her neye var diyorsak,

ancak senin senden ayrı olmayan mânâlarındır.

Yaratmak sırrındaki;

“başka olarak yaratmamak ilkesi”

kudretinin zirvesidir.

Sen O mevcûdsun ki senden bir diğer yok müncelî,

Her vücûda oldu kayyûm, sırr-ı mevcûdiyetin.

Sen öyle bir varsın ki;

var olan ve algılanan sen’den gayrı değildir.

Algılayan; sem’î ve basîr de sensin.

Kayyumiyet;

(varlığının başkası tarafından yaratılmamış olması)

her noktanın varlık sırrı oldu.

İki gazeldeki mânâlardan hiçbir şey anlamamıştım. Anlamamak bir yana içlerinde Kaf Dağı’nın ve Simurg Anka kuşunun isimlerinden tek harf dahi geçmiyordu. Kuyunun başından ayrıldık. Yıllarca yüzlerce şehir gezdik. Dağı ve kuşu ne bilen vardı ne de gören. Sonunda görkemli bir kente geldik. Handa dinlenirken tellalların bağırmalarını duyduk. Şöyle diyorlardı:

“Ey ahâlî!.. Kim ki Milest hârâbelerindeki kuyuda saklı bulunan levhayı getirir de âlimlerin reisine verirse, karşılığında üzerinde başka bir sır yazılı bir levha alacaktır!..”

Hemen âlimlerin reisini buldum. Yanımdaki levhayı verdim. Sevinçten boynuma sarıldı ve kendisindeki levhayı da bana verdi. Levhaya baktım; bunda da bir şiir vardı:

5. KENDİNE DOĞRU

Âlemde meşhud olan bu devran,

Tekâmül içindir, kemâle doğru.

İç dünyandaki düşünce akışları

ve dış dünyandaki olayların sonsuz tekrarında bir amaç vardır.

Amaç her olayın sonucunu gözlemek

ve ondan ders almak değildir.

Bu devranın amacı birimlerin bilincini olgunlaştırmaktır.

Küllî bilinci anlayabilecek kapasiteye yükseltmektir.

Her nokta cevvâl, her zerre raksan,

Uçup giderler, visâle doğru.

Her nokta (bilinç, birim, birey) her an faal haldedir.

Çünkü var oluş sistemi her an silinip,

daha da mükemmelleşmiş olarak

bir an sonra tekrar var olmaktadır.

Bu gidiş

her noktanın ‘visâl’i olan

‘kendi hakikatini anlayışa’ doğrudur.

Ekvan, insan koşup giderler,

Tutulmaz, kapılmaz hayâle doğru.

Varlık âlemleri ve insan

sonu olmayan mükemmelliğe doğru sürekli gelişmektedir.

İnsan isen, gel matlûbu anla,

Yorulma gitme Celâl’e doğru.

İçgüdülerinin, duyularının ve basit toplumsal alt bilincin güdümünden çıkarak

‘insan bilinci’ne ulaş.

Celâl’den yansıyan çokluk gazabının girdabına kapılma.

Tek’in çok gibi görünmesindeki arzuyu anla.

Olayların ve düşüncelerin içine dalıp da

‘her şey O’nu anlatıyor’ gibi tefekkürlerle vakit kaybetme.

Sonsuza kadar, sonsuz tecellileri incelesen

yine de önüne sonsuz sayıda sonsuz gelir.

Ve senin bilincini ‘celal tecellisi’olarak boğar.

Ufk-i ezelde doğan bir Güneş,

Gider mi acep zevâle doğru.

Ezel boyutunda hiç doğmayan, hiçbir zaman ölmez.

Sen doğmamış olan Güneş’sin

ve ‘yok’ olamayacak özelliktesin.

Geçen her an için;

‘eyvah ömrümden bir saniye daha gitti diye üzülme.’

Gitmek ve geçmek yoktur. Her an mükemmelleşmek vardır.

İfâte etme kıymetli vakti,

Çevir yüzünü Cemâl’e doğru.

Akrebin ve yelkovanın hareketine vakit denir.

Senin vaktin o değil.

Senin vaktin, beynindeki düşünce gücüdür.

Beynini ve düşünceni boşa harcama.

Cemâl’den doğan tek’lik ilmini ancak bu bedenle

ve bu dünya yaşamında elde edebilirsin.

Kalbe dönüşmüş aklının gücünü

Celâl perdesinde çoklukta görünen Cemâl tek’liğine çevir.

Şiirdeki anlamlar hayretimi uyandırdı. Fakat derdimi yine halletmemişti. Âlimlerin reisi de bendeki şiirleri okudu. Onun da aradığı sualin cevabı orada yoktu. Beraberce Serendip adasına gitmeye karar verdik. Aylarca yürüdük. Serendip adasında Hz. Âdem’in indiği yalnızlık tepesini ve o tepede yalnız yaşayan en büyük ârifi bulduk. Elimizdeki levhaları ona verdik. Aradığımız cevapların suallerini arz ettik.

6. CEVAPLAR

En büyük ârif bize aradığımız cevapları bizden hiçbir hizmet istemeden verdi. Önce benim kulağıma eğilerek;

“Birinci levhadaki şiirler Kaf İle Simurg Anka’yı bildiriyor.

Şiirlerde anlatılan sonsuz özelliklerin sahibi Kaf harfi ile anılır.

Kaf; sonsuz âlemleri ilminde ilmi ile var etmiş olandır.

Simurg Anka ise Kaf’ın sonsuz tecellileridir.

Her tecellî Kaf’dır.

Kaf kendi hakikatini unutunca simurg Anka adını alır

ve aslı olan Kaf’ı aramaya başlar.

Simurg Anka ve Kaf iki ayrı yerde, iki ayrı varlık değildir.

Sen Simurg Anka ve Kaf’sın.

İki isimden de sıyrılırsan Simurg Anka’nın Kaf Dağı’na olan yolculuğu sona erer

ve kuş yuvasına döner.

Yuvasına dönmüş Simurg Anka’ya da İnsan-ı Kâmil denilir.

Simurg Anka’ya göre ikinci levhadaki şiir yedi başlı ejderhanın sualine cevap vermektedir.

Bize sonsuz ve sınırsız görünen bu varlıklar âlemi

bir kervan gibi aşk nûruna

ve aşk sırrına doğru akıp gitmektedir.

Bu gidiş, bu yolculuk, durmak bilmeyen bu hareket

ezelî ve ebedidir.

Bu kervan Hak’kın kendinden gelip

yine kendine gitmektedir”

dedi. Sonra âlimlerin reisinin de aradığı cevabı verdi. Memleketlerimize döndük.

Yolculuğa çıkalı yedi yıl olmuştu. Yarın son gündü ve ejderha gelecekti. Halk bizim dönüşümüzden ümidini kesince kurbanlarını hazırlamış ve gözyaşlarıyla beklemekteydi.

Ejderha geldi. Ben de karşısına çıkıp cevaplarının hazır olduğunu söyledim. Eğer cevaplarım yanlışsa hem beni alacak hem de kurbanların sayısını yetmiş kıza ve yetmiş erkeğe çıkaracaktı. Tekrar düşünmemi ve son kararımı vermemi istedi.

Cevabımı yüzüne karşı haykırdım:

“Ey ifrit!

Her an olgunlaşmakta olan bu varlıklar âlemi,

durmadan yürümeye mahkûm bu kervan,

hayalin dahi kapsayamayacağı eşsiz sırra,

ilâhî cemâlin her şeyi kendine çeken nûruna doğru koşup gitmektedir .

Bu kervan kendinden gelip kendine gitmektedir.”

Cevabı alan yedi başlı ejderha korkunç bir çığlık atarak alevler içinde kaldı. Alevler sönünce bir de baktık ki o ejderha genç bir kıza dönüştü.

Genç kız önümde saygı ile eğilerek ;

“Ben İlâhî Kudret’in var ettiği varlığın en güzeliyim. Fakat olaylar beni ejdere çevirdi. Kurtuluşum da senin verdiğin cevaplara bağlıydı. Şimdiye kadar hiç kimse doğru cevabı verememişti. Bu andan itibaren hizmetinizdeyim” dedi.

Ülkede bayram ilan edildi. Kurban olarak ayrılan yedi kız ve yedi erkeğin düğünü yapılarak evlendirildi. Ben de varlığın en güzeli olan kız ile evlendim. Yol arkadaşım Bahadır vezirim oldu. Babam tahttan çekildi ve ben ülkemin âdil hükümdarı oldum.

Çok uzun yıllar ülkemi yönettim. Bir gün eşim ile birlikte at gezintisi yapıyordum. Atımın ayakları tökezledi ve aşağı yuvarlandım. Gözlerim acıdan fal taşı gibi açılınca karşımda Aynalı Baba’yı buldum.

“Hoş geldin Hükümdârım” dedi.

A’mak-ı hayaldeki bir saltanatım daha sona ermişti. Mezarlıktaki otların üstünde yerde yuvarlanıyordum. En çok da dünya güzeli sultandan ayrı düştüğüme üzülmüştüm.

Aynalı Baba üzüntümü bildiği için;

“Üzülme.

Yedi başlı ejderha,

senin yedi boyutlu nefsindir.

Her nefs boyutun aslına döndükçe güzelleşir.

Sonunda en güzel varlık olan nefs-i sâliha haline döner.

Fakat bu dönüşte alevler içinde çok yanarsın.

Sonunda da nefsin senin hakikatinin önünde eğilerek hizmetine girer.

Nefsteki ikiliğin bitip sona ermesi hayal âleminde evlilik ve düğün-bayram olarak görülür. Sen sultanın olan nefsinle asıl şimdi buluştun”

dedi ve evime uğurladı.

RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ, İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

 Yorumlayan ve özetleyen:

Kemal Gökdoğan

www.yorumsuzblog.net.tc

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: