Amak-ı Hayal 8.Bölüm

Amak-ı Hayal Bölümler;

1.Bölüm    2.Bölüm   3.Bölüm   4.Bölüm    5.Bölüm    6. Bölüm    7. Bölüm     8. Bölüm    9. Bölüm    10. Bölüm   11. Bölüm    12. Bölüm    13. Bölüm    14. Bölüm     15.Bölüm 

yedinci gün

AZAMET DERYASI VE ULULUK GİRDABI

ikilik birlik içindir

1. EVRENSEL MUTLULUK

“İlim bir noktadır; onu cahiller çoğaltmıştır.” Hz. Âli

Bu gün Aynalı Baba son derece sevinçli idi. Sevincini daha da belirginleştirmek için külahına iki tane büyük ayna parçası ve cüppesine de iki adet sarı teneke kapağı yapıştırmıştı. Ona minnettar bir talebe olarak derin saygı duyuyordum. Cüppesine iki tane teneke parçası değil, iki tane gazyağı tenekesi taksa yine de saygımda noksanlık meydana gelmezdi. Çünkü o benim frenk takım elbiseme, gömleğime, kravatıma ve İstanbul beyefendisi imajımı yansıtan yanımda taşıdığım bastonuma ciddi hürmet gösteriyordu. . .

Sevincinin sebebini sordum;

“Bizim berber Hacı Molla’yı bilirsin! Kedisi Pamuk yavrulamış. Saf beyaz çok şirin bir yavrusu var” deyince, şaşkınlıktan tekrar sordum;

“Af buyurunuz azizim! Bir kedi yavrulamış diye bu derece sevinmeye ne gerek var?”

“Sevgili dostumuz Pamuk hanımefendi çok şükür sağ salim doğum yaptı, çektiği eziyetten kurtuldu. Hayattaki en samimi dostları olan bizler sevinmeyeceğiz de kimler sevinecek. Hem de şenlik yapacağız.”

Elimde olmadan şaka havası içinde sordum;

“Kedi yavrusu için ha? Bu saygıdeğer yavrunun adı konulduğunda da şenlik yapılacak mı?”

“İsmi konulmuştur. Fakat Hacı Molla ile tam dört saat münakaşa ederek isminde karar kıldık”

“Dört saat mi uğraştınız?”

“Evet, ciddi konularda acele karar vermemek lazımdır. Önce Pamuk koyalım dedik. Annesinin ismi de aynı olduğu için uygun görülmedi. Ak ismini de çağırma açısından münasip bulmadık. Ak, Ak, Ak derken ördek zannedilip avcılar tarafından vurulabiliriz diye düşündük. Farsça’da ak anlamına gelen ‘sefid’ ismini teklif ettim. Hacı Molla çok kızdı. Çocukken okulda ‘Bahr-i Sefid’in (Ak Deniz’in Osmanlı Türkçe’sindeki adı) nerede olduğunu bilemediği için yediği dayak aklına gelirmiş, kabul etmedi. Kar ismi soğuk düştü. Pamuğun Farsça’sı olan Pembe ismini de kırmızıyı hatırlattığı için reddettik.”

“Siz ciddi olarak çok yorulmuşsunuz”

“Evet yorulduk ama sonunda Zararsız ismini bulduk. Çok hoş oldu.”

“Ve şenlik yapmak karar altına alındı.”

“Evet. Neden gülüyorsun? Sen hâlâ ciddi konular ile gayrı ciddi konuları birbirinden ayıramıyor musun? Bir padişahın çocuğu doğsa bütün ülke bayram yapıyor. Halbuki padişah çocuğu büyük ihtimalle şımarık, cahil ve zararlı bir geleceği vaat eder. İstikbalde hayırlı mı, şerli mi olacak belli olmayan bir insan bebeği için peşin şenlik yapılıyor. İleride kesinlikle zararsız olacak olan ‘Zararsız’ için bizim şenlik yapmamız akla ve mantığa daha uygundur. Zararsız’ın dünyaya avdet etmesi iki insanın sevinmesi için yeterli sebeptir.”

İnsanların âdetlerini alaylı bir dille eleştirirken bile hikmetli dersler veren bu adama hayranlıkla bakarken, ney üfleyip şiir söylemeye başladı. Kahveyi demleme görevi bu sabah bana aitti. Acemice ateş yakmaya uğraştım. Dumandan gözlerim kızardı. Kendi demlediğim kahveyi içmek de pek keyif veriyordu.

Aynalı Baba’nın gazelini dinlemeye başladım.

Ey dil (gönül)! Cihanda sen şu’lezensin,

Meçhulü her ân tâyin edensin.

Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!

Ey gönül! Varlık âleminde varlığının ışığını saçan sensin.

Bilinmeyeni her an açığa çıkaran sensin.

Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.

Vahdetle her şey, mâruf-i vicdan,

Vicdanla âlem, eşyâ-yi insan,

Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!

Her şey tek olduğu için akıl ve kalb tarafından bilinebilmektedir.

İnsan şeyleri (Esmâ tecellîlerini) küllî aklın ayırt etme gücüyle anlamaktadır.

Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.

Bâtın tecelli eyler, şuûnda

Zâhir taayyün eyler, butûnda.

Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!

Aklın ve gözün algıladığı olaylar varlığın iç yüzünün seyridir.

Zâhirin ayrı bâtının ayrı olmadığı yine bâtın ilmi olan ilmi ledün ile anlaşılır.

Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.

Elvâh-i kavnin, tevhîdi sensin,

Ayât-i Hak’kın, tecvidi sensin,

Âyine, eşyâ (şeyler), manzûr (görünen) sensin!

Kâinat levhalarının bir araya getirilmiş özeti sensin. Sonsuz boyutlar gönül aynasının çerçevesi içinde tek bir öz olarak toplanmıştır. Hakkın hatasız okunan ayetleri sensin.

Esmâ tecellîleri (şeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.

Aynalı Baba insan gönlünün muazzamlığını şiir halinde okurken uyumuşum.

2. İKİ’DEN BİR’E Mİ’RÂC (YÜKSELİŞ)

“Cablisa şehrine kervan kalkıyor. Yolcular akşama kadar katılsın. Gelen gelir, gelmeyen kalır!” diye bağıran tellalların gür sesiyle uyandım.

Aklım ve şuurum tam yerindeydi. Fakat a’mak-ı hayalimdeki bir boyutta o âlemin bir ferdi olarak var olduğumu da biliyordum. Çok uzun yıllar yaşadığımı hissedecektim. Belki bir yıl belki on yıl tam buralı gibi kalacaktım. Aslında burada kaldığım süre dünya süresine göre birkaç saniye idi. Üst boyut şartları bedenimizin ışık hızında hareket etmesine izin veriyordu. Dünyada saatte on kilometre hızla on yılda yapacağımız tüm olayları burada ışık hızıyla bir saniyede yapacaktım.

Hızımı kontrol için odada yürüdüm. Yine saatte on kilometre gibiydi. Hücrelerim, bedenim, diğer varlıklar, üzerinde yaşadığım gezegen, gezegenin güneşi kısaca her şey ışık hızıyla hareket ettiği için yürüyüş hızımı ayırt edemedim.

Odada şaşkın şaşkın dolanırken aynada kendimi gördüğüm an çığlığı kopardım. Başımın ortasında tek gözüm vardı. Hemen altında tek kulak, onun altında tek burun deliği duruyordu. Göğsümün ortasından ise tek kol çıkıyor, tek bacağım vardı ve zıplayarak yürüyordum.

Çığlığı duyan eşim odanın kapısını açıp içeri zıplayarak girdi. Onu ve kendimi yan yana görünce gülmeye başladım.

Eşim özlemle yüzüme bakarak; “Tabii ki önce sevinç çığlığı ardından da mutluluk kahkahaları gelir. Ben de senin gibi organlarımı çift hale getirmek için yola çıkıyor olsaydım ben de gülerdim. Haydi! Eşyalarını hazırlayalım da kervana yetiş” dedi.

Gümüş evden çıktım. Herkes benim gibi tek organlı idi. İki ayaklı bir merkebe binerek şehir dışına doğru yöneldim. Tüm şehir gümüştendi. Kervana yetiştim. Birisinin yanına sokularak arkadaş oldum. Sordum:

“Burası hangi şehir?”

“Burası Gümüş Cablisa şehri.”

“Nereye gidiyoruz?”

“Altın Cablisa şehrine.”

“Kaç günde varırız?”

Altın Cablisa’ya yedi yılda varırız.”

“Niye gidiyoruz?”

“İki gözlü, iki kulaklı, iki kollu iki bacaklı olmaya, tek organlarımızı çiftlemeye gidiyoruz.”

Kervandaki geveze yoldaşımla yedi yıllık yolculuktan sonra Altın Cablisa şehirine ulaştık. Şehirde bizim kervanı gören halk sokaklara fırladı. Çift organlı olan insanlar bizimle eğlenmiyorlardı. Samimi bir dille; “Maşallah! Maşallah! Tek gözlü kalmaya razı olmayanlar, tek bacakla zıplamak istemeyenler, tek kolla tutmak istemeyenler hoş geldiniz. Çift olmaya hoş geldiniz” diyerek iki elleriyle alkış tutuyorlardı.

Buraya gelmeyi hak etmiştim ama nasıl hak ettiğimi de bilmiyordum. Bir an önce teklikten kurtulmalıydım.

Altın Cablisa’da bizim onurumuza kırk gün şenlikler düzenlendi. Son gün aksakallı bir bilgenin rehberliğinde toplandık. Çok bilgili görünüyordu. Yedi yıldan beri tek organ çift organ dışında bir tek konu konuşmadığım için patlamak üzereydim. Bilgenin yalnız olduğu bir anda yaklaştım.

“Efendim ben kendi özüme seyahate çıkmış birkaç saniyede on yıl yaşayan, bir saniyede on yıllık yol kat eden bir zaman yolcusuyum” dedim.

Bilge tuhaf tuhaf yüzüme baktı,

“Senin aklın yerinde mi evlat? Tek bacağınla saatte beş kilometreyle zor zıplıyorsun. Hızlı zıplaman ise on kilometre saattir en fazla.”

Beni anlamasını umarak;

“Gerçekten efendim ben başka bir dünyada tam organlı Râci isimli bir beyefendiyim.”

“Başka dünya mı? Sen tam zırdelisin. Yüce Tanrımızın tek bir dünyası vardır. Orası da burasıdır. Dünyamızda iki şehir vardır, Gümüş Cablisa ve Altın Cablisa. Gümüş Cablisa’da bin yıl hiçbir şey konuşmadan çift organ olacağım zikrini yapan buraya gelmeye hak kazanır. Burada çift organlı olur ve ebedi İrfan Cennetinde kalır.”

“İrfan Cenneti nerede?”

Bilge eliyle işaret etti. O yöne doğru yürüdük.

Şehrin sınırına geldik. Aklım gördüğü manzara karşısında donma derecesine geldi. Yerden itibaren bir derya sonsuz gökyüzüne uzanıyordu. Bir tek damla bile damlatmayan sonsuz yükseklikte su duvarı görüyordum. Bu Azâmet Deryası idi.

Su duvarının çevresinde yıllarca yürüdük. Tecellî Şelalesi’ni ve Ululuk Girdabı’nı görecektik. Nihayet amacımıza ulaştık

Azâmet Deryası’ndan daha fazla aklı donduran bir manzarayla karşılaştık. Sonsuz su duvarının tam ortasından yüz kulaç genişliğinde ‘Tecelli Şelalesi’ fışkırıyordu. Şelale yere doğru inceliyor ve kuru bir fındık kabuğunun içine doluyordu. Eğilip kabuğun içine baktım, kupkuruydu. Tek damla su yoktu.

Bilge hayretimi anlamıştı. Akıl almaz olayı anlattı.

“Azâmet Deryası’nın suyu sonsuz geçmişten beri Tecelli Şelalesi ile Ululuk Girdabı olan fındık kabuğuna dökülür. Şimdiye kadar ne Azâmet Deryası’nın suyundan bir damla eksildi ne de Ululuk Girdabı’nın kabuğu doldu. Ezelden ebede böyledir.

Ululuk Girdabı ile Tecelli Şelalesi’nin yanında birkaç yıl kaldık. İlk günlerdeki akıl donukluğum, hayretim azalmıştı. Hatta son günlerde akla hayale sığmayan manzaralar basit gelip hiç ilgimi ve dikkatimi çekmez oldu. Buralara boşuna gelmişim diye düşünmeye başladım.

Rehberimize “Şu sonsuz derya sonsuz zamandan beri şu fındık kabuğuna akıyor. Fındık kabuğu dolmuyor. Bu ne anlama geliyor. Bize ne anlatmak istiyor?” dedim.

“Gördüğün şey gördüğündür. Hiçbir şeye işaret etmez. Bu sonsuz deryadır, bu fındık kabuğudur bu da bir şelaledir. Sen ne arıyorsun, anlayamadım” dedi.

Bu boyutta her şey sonsuz ve sınırsızdı. Fakat olaylar ve sözler tek anlamlıydı, anlam içinde anlamlar yoktu. İnsanların mantık yapılarında bir olaydan ya da sözden anlam çıkarmak yoktu. Doğmak, ölmek, var olmak, yok olmak, mutluluk, mutsuzluk gibi olaylar ve kavramlar yoktu. Aksakallı bilgenin bilgisinin bize göre çok yüzeysel olduğunu fark ettim.

Belki de “İlim” onlar için “tek bir nokta” halinde tecelli ediyordu.

Bizim boyutta olaylar ve kavramlar zıtlarıyla mevcut olduğu için işaretlerle, mecazlarla “çoğaltmış” olabilirdik.

Kafam karışık halde iken dünyada asla duyamayacağım şiddette gürültü meydana geldi. Sesin sonsuz şiddetinden bayılmışız. Ayıldığımız zaman tek olan vücut organlarımızın iki olduğunu fark ettik. Sevinçten birbirimize sarıldık.

3. BİR’DEN İKİ’YE NÜZUL (İNİŞ)

Bilge bizi halka halinde oturttu. Bana dönerek “Anlattığın akıl dışı şeylerden arkadaşlarına da bahset, meydan senin” dedi.

Anlamayacaklarını bildiğim halde, normal bedene dönmenin verdiği sevinçle bizim boyuta göre tuhaf olan manzaralardan ne anladığımı özetledim:

“Önce organlarım iki idi. Bu âleme geldim teke düştü. Altın Cablisa’da yine iki oldu. Organlarımın görünüşü ve sayısı değişime uğradı ama düşüncelerim, bilincim, benliğim hep aynı kaldı. İki organla da aynı görüp işitiyordum, tek organla da.

Sizin âleminizde sizlerle yaklaşık on yıl geçirdim. Kendi âlemimde ise henüz bir saniye yaşamadım.

Sonsuz deniz Azamet Deryası bilincimizdeki sonsuz esmâ boyutudur. Fındık kabuğu; eski sûfîlerin kalb dediği beynimizdeki düşünce merkezidir. Düşünce merkezimiz görünüşte fındık kabuğu kadar sonlu sınırlıdır. Fakat sonsuz sınırsız olan Azamet Deryası’nın tüm varlığını kapsayabilecek kapasiteye sahiptir. Hatta tüm sonsuzluğu yutar da bir zerre yeri dolmaz.

Tecellî Şelalesi, esmâ boyutu ile düşünce merkezimizi birleştiren tefekkür bağıdır.

Duyduğumuz muazzam ses;

insanın kendi hakikatini hatırlama anıdır.

Yıllarca okumanın, üstadların ilmini hazmetmenin, hayatın maddi manevi çilelerini çekmenin sonucunda yaşanan “an”dır.

Düşüncenin en keskin virajıyla kendine döndüğü “vuslat” saniyesidir.

Kul’un kendi hakikati olan Hak ile vuslat anıdır.

İki’nin bir ile aynı sayı olduğunu bildiği andır. . .”

Sevincimden sonsuza kadar konuşabilirdim. Fakat Altın Cablisa’lıların uyku horultuları keyfimi kaçırmıştı. Ak sakallı ihtiyar bilge de benim sohbetimden o kadar sıkılmıştı ki, sıkıntıdan sakal tellerini yoluyordu.

Altın Cablisa’lılar zaten teklik halindelerdi. Hiçbir zaman benim gibi iki olmamışlardı. İkiyi bilmiyorlardı. Şirki bilmiyorlardı.

Ben hem ikilik cehennemini hem de teklik cennetini yaşadığım için “Bir”lik edebiyatını “ikilik” lügati ile çok iyi parçalayabiliyordum.

Altın Cablisa’lılara acıdım. Hiç cennet halinden çıkmamış olan bu zavallılara cennetin değerini nasıl anlatabilirdim ki? Asla anlatamazdım, onlar da asla anlamazdı.

Kendi dünyama, kendi boyutuma dönmek istedim. Evet, isteğimi denetleyebiliyordum. Dönüşüm kendi irademdeydi artık. Biraz sonra gözümü açacaktım ve Aynalı Baba’nın mütebessim cemâliyle karşılaşacaktım.

Ve gözlerimi açtım.

Aynalı Baba;

“An içre on yıllık iş ve oluş icrâ eden ey Hak nûru! Hoş geldin!” dedi. Kahvemi de önüme koymuştu. Neyine üfleyip gazel okumaya başladı:

Hep ikilik, birlik için,

Bak iki göz, bir görüyor!

Birlik ise, dirlik için,

Bak iki göz , bir görüyor!

Cennetin en yüksek makamı olarak tanımlanan bilinç hâlinde “birlik” (Ahadiyet) ve “ikilik” (şirk) gibi zıt kavramlar yoktur. İnsan cennetin en son makamına çıkmak için birliğin ve ikiliğin soyut olarak var olduğu “dünya/beş duyu” halini “ömür” olarak tadar. Fakat soyutluk “madde” etkisiyle yaşanır. Taktirinde olanlar “dünya”nın bir rüya anı olduğunu fark ederek, birliğin ve ikiliğin olmadığı en son bilinç mertebesinin gerçeğine ererler. O mertebeyi anlatacak bir işaret kelimesi kullanmak gerekirse “AHAD” yazabiliriz.

Rûh-ü ceset, arş-ü felek,

İns-ü peri, cinn-ü melek!

Birlik için hep bu emek,

Bak iki göz , bir görüyor!

İnsan beyninin çalışma sistemi; bütünü parçalayarak (analiz) ve parçaları birleştirerek (sentez) bilgi üretmek şeklindedir. Bu işlemi yaparken de; var-yok, bir-iki, tevhid-şirk, siyah-beyaz, nur-zulmet, aşk-nefret. . .gibi iki tabanlı sayı sistemine dayalı mantığı kullanır. İnsan’ı ruh ve beden olarak analiz eder. Aslında insan ruh da değildir beden de değildir. İnsanın tanımı yoktur. Zorunlu olarak bir tanım yazacak olursak o tanım sadece “AHAD” olur.

Ruh, beden, arş, felek, insan, peri, cin, melek. . . ve diğerleri sadece “bütünün” parça imiş gibi anlatımı ve tanıtımıdır.

Şirkten eyle hazer,

Vaktini boş etme güzer!

Âleme bir eyle nazar,

Bak iki göz , bir görüyor!

Düşünce gücümüzü önce,

ikinin (şirkin) gerçekte var olmadığını anlamaya yöneltmeliyiz.

Sonra tek’i anlamalıyız.

Daha sonra da tek’in iki’nin işaretiyle varlık kazandığını çözmeliyiz.

Tek’in mantık dünyasının zıtlarından biri olduğunu hissedip,

“AHAD” kelimesiyle işaret olunan “hal”i yaşamalıyız.

Âlemin (gerçeğin) bu bilgi penceresinden seyredilmesi gerekir.

Sen de seni, sen de seni

Bil ki budur “allemenî”!

Birliğe gör can-u teni,

Bak iki göz , bir görüyor!

Sen sendesin… Sen başka bir şeyde değilsin. Hz. Âli’nin “Bir harf öğretenin kölesi olurum” anlamındaki “allemenî” sözünden maksat budur.

Can ve beden iki ayrı “şey” değil aynı “şey”dir. Küll (bütün, Ahad) ve cüz (parça) aynıdır.

Göz ikidir ama gözde gören birdir.

Aynalı Baba gazeli bitirdi. Neyini koynuna soktu. Hiçbir şey demeden “sarayına” girip kapıyı kapattı.

Ayağa kalktım. Fötrümü taktım. Kravatımı düzelttim. Bıyıklarımın ucunu büktüm. Bastonumu elime aldım, “Üsküdar’a gideriken aldı da bir yağmur” şarkısını ıslıkla çalarak mezarlığın kapısına doğru yöneldim.

RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFANIN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

Yorumlayan ve özetleyen:

Kemal Gökdoğan

www.yorumsuzblog.net.tc

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: